Abdullah Aymaz | samanyoluhaber.com
Hz. Adem Aleyhisselam ilk insan ve ilk peygamber… Habil ve Kabil de oğulları… Yani peygamber çocukları. Ama haset, bir peygamber evladı olan Kabil’i kardeşi Habil’i öldürtecek kadar ileri götürebiliyor. Aynı şekilde Hz. Yakup Aleyhisselamın evladları da kardeşleri Yusuf’u kıskançlık ve çekememezlik yüzünden öldürmeye teşebbüs edecek hâle geliyor ve onu kuyuya atabiliyorlar. Hz. Yakub’un (onun bir ismi de İsrail’dir) daha sonra on iki kabile haline gelen evlatları İsrailoğullarını Hz. Musa Aleyhisselam Firavun’un zulmünden kurtarmak için Mısır’dan çıkardığında susuz kalınca dua ediyor ve Allah’ın emriyle asâsını taşa vurunca on iki pınar çıkıyor. Her kabile, meşrebini yani kendine mahsus pınarı’ biliyor. (Bakara Suresi, 2/60) ‘Meşreb’ kelimesini, meslek, anlayış, tutulan yol mânalarına kullanıyoruz. Ama su kaynağı, su içilen yer ve pınar mânalarınadır. İsrailoğullarının herbir kabilesi için ayrı ayrı meşrepler yani pınarlar olduğu gibi, Kur’an’dan çıkmış olmalarına rağmen tarikatların da ayrı ayrı tarzları ve usulleri vardır. Meşrepler ne ve nasıl olursa olsun, hepsi neticede Kur’an’da birleşir. Aralarında uhuvvet ve kardeşlik vardır. Bu süreçte Hz. Yusuf Aleyhisselam'a düşman kesilen baba bir kardeşleri gibi, her ne sebepten olursa olsun derecelerine göre menfi tavır alanlar oldu. Bu durum Hizmet’ten bazı kardeşlerimize aslında hepimize ağır geldi ama bunu çok garip görmeyelim. Hz. Adem Aleyhisselam evlatları arasında Hz. Yakup Aleyhisselam arasında da oldu.
Ama acısı, aynı anne ve babadan kardeş olan bize göre Hz. Yusuf ve Bünyamin mesabesinde olanlar arasında hiç olmamalıydı. Gerçekte de zaten olmamıştı. Ama Hz. Üstad’ın eserleri Risale-i Nurların getirdiği kardeşlik ise bize göre daha yakın, böyle bir kardeşlik olduğu halde bazılarının çok ağır hakaretler ve iftiralarda bulunmaları kabul edilir bir şey değil… Hocaefendi'yi Tahirî Mutlu, Zübeyir, Sungur ve Bayram Ağabeyler çok sever ve takdir ederlerdi. Tahiri Ağabey kendisi yerine Hocaefendi'yi vakfa aldırttı. Torununu Hocaefendi'ye talebe olarak teslim etti. Sungur Ağabey oğlunu, Bayram Ağabey yeğenini Hocaefendi'ye emanet etti. Ben merhum Cemal Uşak’tan ve onun gibi Zübeyir Ağabey yanında yetişmiş kardeşlerden çok defa işitmişimdir ki, “Zübeyir Ağabey, Hizmet adına yapılan işlerde ‘Acaba Fethullah Hoca kardeşimiz bu hususta ne düşünüyor?’ diye düşüncesini öğrenmek isterdi, onun görüşlerine önem verirdi.”
Yine o kanaldan bazı kardeşler Zübeyir Ağabeyin siyasetten hizmete gelmiş ve girmiş bazıları için endişelerini ismen söylediğini de biliyorum. Bu tipler, kumarbazlıktan tevbe edip kumar oynayanların yanına tekrar uğradıklarında, kumar zarları çıkarılıp altılınca, nasıl içleri gıcıklanıp nasıl tekrar kumarbazlığa başlarlarsa, Allah korusun tekrar siyasilerin içine bir şekilde karıştıklarında benzer şekilde iç gıcıklanmaları olabilir. Kendi kardeşlerini o partiden olmadıkları için şeytan görmeye başlayabilirler. Euzü billahi mineşşeytani ve’s-siyaseti…
Şu anda bazı kardeşlerin düşmanlığı sadeleştirmeden ileri gelebilir. Halbuki bu hususta en başta, Risalelerin bazı kelimelerini bilmeyen ve anlamayan gençlerin anlaması gayreti var. Elbette hiçbir sadeleştirme aslının yerini tutmaz. En azından başka bir dile aktarılma zarureti gibi bir zaruretten kaynakladığı bilinmeli… Böyle bir zaruretin hiç olmadığı farz edilse bile, hiç olmazsa “Bu kardeşler bununla hata ediyorlar, ama niyetleri açısından affa lâyıktırlar, nevinde bir hüsn-i zanda bulunulmalı iken, “Hâinler, Risaleleri tahrif eden zâlimler ve câniler” demeye kadar işin götürülmesi, hatta bazı kitap fuarlarında sadeleştirilmiş kitapları parçalayıp yerlere çarpmalar hiç yakışmıyor. Bunları duyunca 1989’da ilk umreye gittiğimde Suudlu görevlinin Cevşenimi alıp yere çarpışı aklıma geliyor. O görevliye yerden Cevşen’i alıp “Bak en başta Yasin Suresi var… Sonra, Fetih, Rahman, Mülk ve Nebe Sureleri var!.. Bunları nasıl yere atarsın?” diye sorunca, yine de sanki haklıymış gibi Cevşen’imi elimden alıp vermeyişi gözümün önüne geliyor. Parçalayıp yerlere çarpılan o sadeleştirilmiş kitaplarda da Besmeleler, âyetler ve hadisler var…
Evet Risale-i Nurların asıllarının korunması ve letâfet-i asliyenin muhafazası çok önemlidir. Ama bunun yanında el yazma Kastamonu Lâhikasında, 1940’da yazılan bir mektupta Risale-i Nurların yirmi yıl öncesi bir Türkçe ile konuştuğu ifade edilerek, anlaşılır kelimelerin kullanılmasına izin verildi. Aslında Risale-i Nur’da kullanılan kelimeler olgun Türkçe'nin gelişmiş kelimeleri idi ama, büyük yozlaşma ve öz Türkçe hevesiyle kullanılan uydurukça kelimeler dili, dilin müzikal yapısını bozduğu için gençler Risaleleri anlamakta çok zorluk çekiyorlardı. Bunun için böyle bir kolaylığa işaret edilmişti. Ama hiçbir zaman asıllarına dokunulmadı... Kötü bir niyet beslenmedi. Zaten bütün Külliyat aslî şekliyle de basıldı ve basılmaya da devam edilmektedir.
Ayrıca zaten Üstad Hazretleri On Dokuzuncu Mektup’un girişindeki İhtar da şöyle diyor: “Şu Risalede çok hadis-i şerifler nakletmişim. Yanımda hadis kitapları bulunmuyor. Yazdığım hadislerin lâfzında yanlışım varsa, ya tashih edilsin, veyahut HADİS Bİ’L-MÂNÂ’dır, denilsin. Çünkü tercih edilen görüş odur ki, ‘Nakl-i hadis-i bi’l-mâna caizdir.’ Yani Hadisin yalnız mânâsını alıp, lâfzını kendi zikreder. Madem öyledir; lâfzında yanlışım varsa, hadis-i bi’l-mânâ nazarıyla bakılsın.”
Şimdi hadis-i bi’l mânâ câizken ‘Risale-i bi’l-mânâ’ niye câiz olmuyor?
Elbette bunu yapanlar az bir grup ama meselenin nerelere vardığını ifade etmek için söylüyorum. En son bir şey gösterdiler şaşırıp kaldım. Bir İslamî Üniversitenin rektörü, ismen benim ve Hizmetten olan önde görülen mensuplarının katlinin vacip olduğunu söylüyor. Kendince fetva veriyor. Çeşitli meşreplerden bunu arzulayanlar var da, bu şahıs Risale-i Nur talebesi… Yani Rahîm ve Hakim isimlerine mazhar Üstad’ın ve Risalelerin mensubu… Hiç merhameti yok ve sözlerinin hikmetle hiç alakası yok… Allah insaf ve iz’an versin. Bizleri de böylelerin şerrinden, iftiralarından koruyup kurtarsın…
Bütün bunlara rağmen biz aktif sabırla yolumuza devam etmeye ve bazı şeyleri zamana bırakmaya mecburuz.
Bir mesele daha var. Yusuf Aleyhisselam'ın rüyasını tabir edip onun kendisinden büyük bir peygamber olacağını kesin bilen Hz. Yakup Aleyhisselam'ın, kardeşlerini kuyuya atıp kurt yedi demelerini hele hele hiç yırtılıp parçalanmamış sadece sahte bir kan bulaştırılmış gömleğe bakıp onlara kanması mümkün mü? Hayır… Zaten evlatlarına “Hayır! Nefisleriniz sizleri aldatmış, bu işe sevk etmiş” (Yusuf Suresi, 12/18) demiyor mu? Peki niye onları yanından evinden kovmuyor veya falakaya yatırıp Yusuf’un yerini söyleyinceye kadar dayak atıp cezalandırmıyor? Çünkü çok bozuk, inkârcı bir toplumun onları daha da kötü durumlara, suçlara itmesinden çekiniyor. Nebevî bir basiretle, aktif sabırla meseleyi zamana yayıyor. Onların kendilerinin itiraf edip tevbe-istiğfar etmelerini bekliyor. Bu süreçte de bazı kötülüklere bilerek, bilmeyerek bulaşanlar için de, neden şöyle yapılmıyor, neden böyle yapılmıyor, derken, bu ve benzer hususları da göz önüne getirip, saygı duyduğumuz zât için asla yanlış kanaatlara varmayalım ve bizi mesul edecek ve utandıracak sözlerden ve davranışlardan uzak durmaya Allah için özen gösterelim.