DR. ABDULLAH MESUTOĞLU
İLİM VE HİKMET, FERAHLIK VE ŞİFA KAYNAĞI: İNŞİRAH SURESİ
Rahman, Rahim Allah'ın Adı'yla.
1. Biz, sana bir rahmet ve nimet olarak göğsünü açıp genişletmedik mi?
2. Ve hafifletmedik mi o çok ağır yükünü,
3. Belini çatır çatır çatırdatan?
4. Ve yine, (vazifen adına ve) tamamen lehine olarak adını yüceltmedik mi?
5. Demek ki, her güçlükle beraber bir kolaylık vardır;
6. Gerçekten, her güçlükle beraber bir kolayık vardır.
7. O halde, bir işten ayrıldığında hemen bir başka işe koyul;
8. Ve her ne yaparsan yap, daima Rabb'ine, O'nun rızasına yönel.
Meal: Ali Ünal, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali ve Özet Tefsir sayfa: 1920
Günümüzde hizmet-i imaniye ve Kur’aniye vazifesi ile meşgul olan mü’minlerin yaşadığı zulüm ve ağır imtihanlara karşı inşirah suresindeki hakikatlere istinad edip kalb huzuruna, itmi’nanına, emniyetine Allah’ın lütfuyla mazhar olup iman ve Kur’an nuru ile mukabele etmelerine her zamandan daha ziyade ihtiyaç vardır.
Bu yazımızda inşirah suresinin manaları ve bu surede Allah’u Teala’nın Efendimiz SAV’e hitaben ‘Biz, sana bir rahmet ve nimet olarak göğsünü açıp genişletmedik mi’ ayeti ile Efendimiz SAV’in mübarek göğsünün ve kalbinin ‘inşirah-ı sadr’ lutfu ile islam ve Kur’an hakikatlerine açılıp şerh edilmesi ve bu hakikatlerin temsil ve tebliğ yolu ile tüm insanlığa ulaştırılması vazifesinde yaşadığı zorluklara nasıl mukabele ettiği hususu üzerinde durmaya gayret edeceğiz inşallah.
İnşirah suresinin Mekke’de Vedduha suresinden sonra nazil olduğu müfessirler tarafindan çoğunluk görüşü olarak kabul edilmiştir. Vedduha suresi ile mana olarak çok ciddi bir irtibatı vardır. Vedduha suresi vahyin bir müddet kesilmesi ile meydana gelen keder ve hüzün zamanında inerek gönül ferahlığı vermiş, inşirah suresi ise gönül ferahlığının hükmünü açıklamış ve nimetten nimeti verene yönelmeyi teşvik etmiştir.
İlk ayet-i kerime’de ifade edilen ‘inşirah-ı sadr’ hakikatinin manalarını kısaca şöyle açabiliriz: ‘Biz senin için sadrını, (göğsünü) açıp genişletmedik mi?’ Senin göğsüne de nefesine de genişlik, kalbine ferahlık, huzur, itmi’nan, nefsine tahammül etme kuvveti ve dayanıklılık vermedik mi? İçinde bulunduğun anda ve gelecekte, dünya ve ahirette bütün ulvi gayelerini şerh (izah) edip de her zorluğu yenecek büyük bir ruh ve nur ile hidayete, gamdan, kederden sevince ve feraha, darlıktan genişliğe erdirmedik mi?
‘Şerh’ kelimesinin manası eti ve benzeri şeyleri açmak, yani açıp genişletmektir. Şerh-i sadr, yani göğsü açmak da bu mana ile ilgilidir ki, ilâhî bir nur ve Allah tarafından bir gönül huzuru ve yardım edici bir ruh veya rahmet ile onu genişletmektir. Bu konuda Zümer Suresi 22. Ayet-i kerime de şöyle buyurulmaktadır:”Allah’ın kalbini İslâm’a açtığı (şerhettiği) kimse Rabbinden bir nur üzere değil midir?”
Bu manadan dolayı şerh ve genişlik kalb hakkında da kullanılmaktadır. Kişinin kederini gidererek huzur ve ferahlık verecek şeyleri idrak etmesi, Allah’tan bir nur ile kalb karanlığı ve kasvetinden, şüphe ve vesveselerden kurtulması, kalbinin şerhi, inşirahı ve genişletilmesi olarak anlaşılabilir. Çünkü onun sıkıntısını açacak ve üzüntüsünü giderecek geniş bir nefes aldırmak gibi herhangi bir sebep, bir duygu, bir ilham ile ona gizli bulunan, sevinci gerektiren bir şey ortaya çıkar ki bu, bir kitabı izah etmek mânâsına şerh denilmesi gibidir. Sonra da bu mânâ kalbin mahalli olan sadr (göğüs) ile ilgili olarak kullanılmıştır. Çünkü bir şeyin genişlemesi, onu içinde bulunduran şeyin de genişlemesini gerektirir. Onun içindir ki, sevince genişlik, zıddı olan kedere de darlık denmiştir.
‘Sadr’, her şeyin ön ve baş tarafı olduğu gibi, insanın gövdesinin de belinden başına doğru ön ve içinden kalp ve ciğerleri kapsayan üst kısmı yani sine, göğüs veya bağır dediğimiz yerdir. Arkadan sırta da zahr denilir. Sadr, yer ve cüz olma ilgisiyle kalb veya nefisten kinaye olarak da anlaşılır.
Dıştan göğüs darlığı cismani zayıflık işareti sayıldığı ve içten göğüs darlığı (dıyk-ı sadr); nefes darlığı, kalb sıkıntısı, elem, ızdırap ve tahammül edememe manalarında olduğu gibi, dıştan göğüs genişliği (vus'at-ı sadr); kuvvet alâmeti, tahammül ve dayanıklılık, içten göğüs açılması ise; nefes genişliği, ferahlık, kalbin açılması; ruhun ferahlık, şevk, ilim ve hikmete vâkıf olma mânâlarını ifade eder. Bu şekilde "şerh-i sadr", esasen göğsünü, bağrını açıp genişletmek demek olduğu halde bununla kalbe ferahlık vermek ve nefsi herhangi bir fiil veya söze, hakikate açıp ferahlık ve sevinç ile o fiil ve sözü almak üzere genişletmek mânâsında anlamak da mümkündür. Öyle ki şerh ve gönlün açılması denildiği zaman maddi olarak göğsü veya kalbi açmak veya yarmaktan ziyade manevi olan bu huzur ve ferahlık mânâsı anlaşılır.
İnşirah, kalp ve göğüsle ilgili olduğu zaman bazen de şerh ederek ilmi artırmak, çoğaltmak ve hikmet verilmek mânâları kastedilir. Bakara suresi 269. Ayette mealen ‘O hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet nasib edilmişse, doğrusu ona pek çok hayır (hayr-ı kesir) verilmiştir’ buyurulmaktadır. Buradaki ‘hikmet verilmesi’nin manalarından bazılarını, eşyanın (Allah’ın yarattığı şeylerin, varlıkların) ve hadiselerin sebepler perdesi ardındaki hakikatlerine vakıf olarak her şeyde ve her hadisede Allah’u Teala’nın güzel isimleri (Esma-ül Hüsna) ve Sıfat-ı Subhani (her türlü noksanlık, kusur ve muhtaçlıktan münezzeh olan, tam ve mükemmel sıfatlarının) tecellilerini görüp idrak edebilme lutfu olarak anlıyabiliriz. Bu manada hikmete mazhar olma en önemli ve yüksek bir ‘inşirah-ı sadr’ tecellisi ile kalbin ve göğsün genişleyerek Allah’a tevekkül ile tahammül ve kuvvet kazanmasını netice verir.
Diger bir manada da "şerh-i sadr" ile, nefsin Allah tarafindan kudsi, melekuti kuvvetler ve ilâhî nurlarla desteklenmesi mânâsı kast edilir. Öyle ki nefis, ilmi hadiselerin meydanı, meleke (kabiliyetler, vasıflar) yıldızlarının göğü, Esma-ül Hüsna tecellilerinin Arş'ı, kalbe ilham olunan ilim veya hikmetin mekanı veya makamı olur da artık onu herhangi bir durum, bir başka durumdan meşgul etmez, ona göre olacak olan ve olmuş olan bir ve eşit olur ve bu mânâlardan her biri bulunduğu makama göre murad olunur. Yüce Allah'ın Resulüne (SAV) nimetlerini sayma makamı olan bu makama en uygun olan mânâ ise bu sonuncu mânâdır.
Efendimiz SAV’in yaşadığı "şerh-i sadr" hadisesi
Müfessirler Efendimiz SAV’in yaşadığı "şerh-i sadr" hadisesi ile ilgili iki görüş zikretmişlerdir:
Birincisi, "şerh-i sadr’ hadisesinin cismani ve manevi mânâsını da gösteren en kuvvetli rivayeti Mirac gecesiyle ilgili olarak Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Nesaî'de Katade'den rivayet edilen şu hadistir: Enes b. Malik rivayet ediyor: Efendimiz (s.a.v.) buyurmuş ki: "Ben Beyt'in yanında uyur uyanık arası bir halde iken içinde Zemzem suyu bir altın tasla bana gelindi de göğsüm şuraya ve şuraya kadar yarıldı". Katade demiş ki: Enes'e ne kastediyor dedim: "karnımın aşağısına kadar dedi". Buyurdu ki: Derken kalbim çıkarıldı da Zemzem suyu ile yıkandı. Sonra tekrar yerine kondu. Sonra iman ve hikmet dolduruldu. Sonra Burak getirildi. Onun üzerinde Cebrail (a.s) ile beraber gittim. Ta dünya semasına vardık..." Bundan en açık olarak anlaşılan uyku ve uyanıklık arası cismani ve misali bir keşif ve müşahede olması ve asıl neticenin iman ve hikmet dolarak Mirac mucizesinin vuku bulmasıdır. Bu şekilde inşirah sûresinde Mirac hadisesine de işaret vardir.
Ve'd-Duha suresindeki "gece" den murad İsra gecesi olduğuna dair de rivayet bulunduğu için bunların Mirac ile ilgili olduğunu kabul etmek gerekir. Bunda "göğsü yarmak"tan asıl murad, göğsün iman ve hikmet ile hakikatinin açılmasıdır. Hakikatte bir elem, acı olan cismani ameliyatlar dahi ilim ve hikmet vesilesi olan inşirah-ı sadr hakikatine vukufiyet ile kolaylıkla aşılabilir.
İkincisi, "şerh-i sadr" dan maksat, neticesi marifet-i ilahi ve Allah’a itaat manasıdır ki, müfessirler bunu da iki şekilde izah etmişlerdir:
1. Hz. Peygamber (s.a.v.) insanlara ve cinlere peygamber gönderilince Allah'tan başka ilâhlardan ve onlara tapanlardan uzak olmak suretiyle insanlar ve cinlerle uğraşmak önce ağır gelmiş, göğsünü daraltmıştı. Fakat yüce Allah O’na öyle âyetler göstermişti ki bunlarla bütün o zorlukları aşma gücü ve imkanı bulmuş ve yüklenmiş olduğu her meşakkat, her zorluk gözünde küçülmüş idi. O şekilde ki kalbinden bütün fani ve dünyevi tasa ve düşünceleri çıkarmış, sadece Kur’anı temsil ve tebliğ vazifesi düşüncesini bırakmıştı. Çoluk çocuğun nafakası sıkıntıları O’na engel olmazdı, insanlardan ve cinlerden gelen eziyetlere önem vermez olmuştu. Hatta bunlar gözünde sinekten küçük olmuşlardı. İman etmeyenlerin ne tehditlerinden korkar, ne de mallarına, makamlarına, tekliflerine meylederdi. Şu halde "şerh-i sadr", dünyanın değersizliğini ve ahiretin değerini bilmekten ibaret olur ki bunun benzeri En'âm Sûresi'ndeki "Allah her kimi hidayete erdirmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar"(En'âm, 6/125) âyetidir.
En'âm Sûresi'nde bu ayet nazil olduğunda Ashab-ı kiram sordular:
- ‘Ey Allah'ın Resulü (SAV)! Göğüs açılır mı (şerh edilir mi)’?
- ‘Evet’ buyurdu.
- ‘Alâmeti nedir’ diye sordular.
-‘Aldanma yurdundan (fani dünyadan) uzaklaşmak, ebediyet yurduna (ahirete) yönelmek ve gelmeden önce ölüm için hazırlık yapmaktır’ buyurdu.
Bunun özeti şudur: Allah'a ve onun vaad ve tehdidine samimiyetle iman, insanın fani dünyadan uzaklaşmasını, fani olan dünya nimetlerini ve imkanlarını maksat ve gaye edinmemesini, ebedi ahiret hayatına rağbet etmesini ve ölüme hazırlanmasını gerektirir. Zaten surenin sonunda da ‘Ancak ve daima Rabbine rağbet et, O’na yönel’ buyurulmaktadır.
2. Resulullah (SAV)'in mübarek sinesi vahiyle gelen ilim ve hikmetle hakikatlere açılmıştı, dünyalık fani şeylerden telaş etmez, ızdırap çekmez, şaşırmaz, sıkıntı ve ferah hallerinin ikisinde de gönlü huzur ve itmi’nan içinde bulunur, mes’ul olduğu vazifesini eda ile meşgul olurdu.
Ayet-i kerime de "Senin kalbini açmadık mı" denilmeyip de "senin göğsünü açmadık mı" denilmesinde de bir çok hikmetler vardır. İslam ve Kur’an hakikatlerin ve nurunun şerhinin, yalnız içte (kendi kalbinde) kalmayıp eserleri temsil ve tebliğ ile dışta da göründüğüne ve görünmesi gerektiğine dikkat çekilmektedir. Yani Resulullah (s.a.v.)'ın sinesi "Müminler için kanadını indir." (Hicr, 15/88) emri gereğince bütün müminlere şefkat ve merhametle açık olması ve temsil ve tebliğ vazifesi sırasında dıştan, diğer insanlardan gelebilecek imtihan ve zoruluklara Allah’ın lutfettigi bu inşirah-ı sadr (göğüs genişliği) ile tahammül ve mukabele etmesi manaları da anlaşılabilir.
2. "Senden yükünü indirmedik mi?"
3. "O senin sırtını ezen, belini çatır çatır çatırdatan yükü".
Bu ayet-i kerime de gecen ‘ağır yük’ ifadesinin mânâsıyla, Hz. Peygamber (SAV)'i peygamberlikten önce veya başlangıcında son derece üzen ve tahammül edilmesi cok ağır gelen bir takım zorluklara maruz kaldığı idafe edilmektedir. Bu zorluklar, bu ağırlıklar hakkında tefsirlerde başlıca şunlar sayılmıştır:
1. Peygamberlikten önce cahiliyye âlemi içindeki şaşkınlık ve endişe halinin ızdırabı ve ağırlığı. Zira başlangıçta; bir taraftan kavminin şirk ve cehalet içindeki hallerinin fenalığı, bir taraftan da -Vedduha suresinde geçtiği üzere- kendisini yokluktan varlık âlemine getiren ve yetim iken barındırıp yetiştiren, hayat, akıl ve güzel ahlakla nimetler veren yüce Allah'ın, üzerindeki nimetlerini görmüş ve bunların büyüklüğüne karşı Rabb'ine nasıl ve ne yolda itaat ve hizmet edeceğini de tam olarak bilememiş olduğudan vicdanında büyük acılar duymuştu.
Vahiyle risalet vazifesi gelince bu endişeler yok olmuş, bunun gereği olan ağır yük üzerinden alınmıştır. O nimetleri veren Yüce Allah elçilik (risalet) vazifesi verince o hizmet ağır bile olsa onu yerine getirmeyi canına minnet bildi ve o ağırlık kendisine hafif göründü. İşte kendisine peygamberlik vaifesi verilince Hz. Muhammed (s.a.v)'den o hayret ve endişe hali gitmiş olduğu gibi o risalet ilminin, hikmetinin ve bu azim (yüce) ahlâkın hükmüyle o gam ve keder hali kendisinden kalkmış ve o zorluklar kolaylığa dönüşmüştür.
2. Peygamberliğin gelmesiyle, önceki zorluklardan sıyrılmış ise de bu kez de daha büyük bir endişe ve mes’uliyet Resulullah (s.a.v.)'ın omuzlarına yüklenmiş bulunuyordu. O da peygamberlik görevinin hakkıyla alınıp yerine getirilmesindeki büyük zorluk ve mes’uliyet endişesi ve girişeceği mücadelede muvaffakiyet derecesini ve kusur ettiği durumda Cenab-ı Hak’ka ve insanlara karşı vazifesinin hakkını veremeyip mes’ul duruma düşmek meselesi idi ki, buna "A'ba-i risalet" yani, peygamberlik yükleri ismi verilir. Zira, "Allah'tan kulları içinde ancak âlimler hakkıyla haşyet duyar (saygıyla korkar)." (Fâtır, 35/28) ayetinin mânâsı gereğince ilmi artıp Yuce Allah’ı daha çok tanıyınca Allah korkusu ve haşyeti (saygısı) da artıyor, önceden tam bilinemeyen nice ahiret endişeleri yüz gösteriyordu.
İlk vahiy nazil olunca, Hz. Cebrail'le yaptığı ilk konuşmada bütün güç ve takatini saran "Son derece kuvvetli, çetin kuvvetlere sahip" (Necm, 53/5-6) bir heybet ve gücün (Cebrail A.S.) kendisini sarması ve kuşatması içinde titremiş kalmıştı. Buna derece derece alıştıktan sonra da etraftan kâfirlerin, müşriklerin o zamana kadar görülmeyen eziyet, zulüm ve her türlü yalan ve iftiralarla düşmanlık ve kötülüklerini görmeye başlamış ve henüz "Allah seni insanlardan koruyacaktır." (Mâide, 5/67) vaadini almamış, "Ve her halde ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır. İlerde Rabb'in sana verecek de sen razı olacaksın."(Duhâ, 93/4-5) vaad ve müjdesine muhatap olmamıştı.
Bir müddet için vahye ara verilip kesilmesinden dolayı duyduğu yalnızlık ve başına gelenlerden dolayı düşmanlarının sevinç ifade eden ve iftiralar atan sözleri nedeniyle de çok kederlenmişti. Bu suretle kendisini yalnız dünya elemleri değil, Rabb'ine karşı bir kusur işlemiş olmak endişesiyle ahiretle ilgili tasalar da sarmış, işte bunlar onun sırtına basan ve belini kıracak gibi kemiklerini çatırdatıp yüreğini sızlatan bir ağır yük gibi üzerine yüklenmişti.
Yüce Allah, vahyi devam ettirmesi ve Ve'd-Duha suresini indirmesiyle bunların bir kısmını büsbütün üzerinden kaldırmış, bir kısmını da alıştırmak, kendine ve ahirete olan keşf ve ilmini artırmak suretiyle hafifletmiş, ondan sonra dünyayı gözüne sinek kanadı kadar göstermeyecek, "Dünyanın Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar değer yoktur." dedirtecek derecede kalbine ferahlık ve nefsine ilâhî, kudsi bir kuvvet ve nur vermişti, Kur'ân'ın feyziyle dünya ve ahiret nam ve şanını, zikir ve şerefini yükseltmeye başlamış idi. Onun için buyruluyor ki:
4. Yine senin için zikrini, nam ve şanını yükseltmedik mi?.
‘Zikir’, burada "Andolsun size bir kitap indirdik ki onda sizin şerefiniz vardır." (Enbiyâ, 21/10) âyetinde olduğu gibi izzet, şeref ve şan mânâsındadır. Bununla beraber Kur'ân ve risalet mânâlarına da işaret vardır. Resulullah (s.a.v.)'ın nam ve şanının yüksekliği Bakara Suresi'ninde geçen "Kimini de bir çok derecelerle daha yükseklere çıkarmıştır." (Bakara, 2/253) mânâsı üzere bütün peygamberler içinde derecelerle yüksekliğidir ki bunun özeti nam ve şanının Allah'ın namını takip etmesi, Allah anıldıkça O’nun (SAV) da anılmasıdır. Ebu Said el-Hudri (R.A.)'den rivayet edilen bir hadiste Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Cebrail (a.s) bana geldi ve dedi ki: Rabb'im ve Rabb'in şöyle buyuruyor: "Bilir misin, senin zikrini nasıl yükselttim?" "Yüce Allah en iyisini bilir" dedim. Dedi ki: "Ben anıldıkça sen de benimle beraber anılacaksın." Bu ise nam ve şan yüksekliğinin en büyük mertebesini açıklamaktadır. "Allah" denilince Resulü de beraber anılır. ‘Lailahe illallah’ denilince beraberinde ‘Muhammedurresulullah’ da denilir. "Allah'a itaat edin, peygamberine itaat edin."(Nisâ, 4/59), "Kim peygambere itaat ederse kuşkusuz Allah'a da itaat etmiş olur."(Nisâ, 4/80), "şahit olarak Allah yeter. Muhammed Allah'ın Resulüdür."(Fetih, 48/28-29) ayetleri de Efendimiz SAV’ın zikrinin, ve şanının Allah’u Teala tarafından Kur’an da yüceltildiğini ifade etmektedir. Bu nam ve şan, bu Allah'la beraber zikredilip anılmak ise her yüceliğin üstündedir.
"Muhakkak ki Allah ve melekleri peygambere salat eder (şeref ve şanını yüceltirler). Ey iman edenler! Siz de O’na salat ve selam getirin." (Ahzab, 33/56) Ayetinde de Allah’u Tealanın bizzat kendisinin Efendimiz SAV’e salat (rahmet) ettiğini, Melaike-i Kiram’ın da Efendimiz SAV’e salat (dua ederek Allah’tan rahmet niyaz) ettiklerini, aynı şekilde mü’minlerin de salat ve selam ile Allah’a dua edip Efendimiz SAV’e rahmet ve selam etmesi niyazında bulunmaları emredilmekte ve O’nun şefaatine nail olmaları teşvik edilmektedir.
"Bir zorluk iki kolaylığı yenemez"
5. "Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır". Ayeti ilerisi için de Allah”tan Efendimiz SAV’e ve O’nun ümmetine bir vaaddir. Bu vaadin ne olduğu sözün akışından anlaşılmaktadır. O göğsü açma ve yarma (inşirah-ı sadr), ağır yükü kaldırma, adını yüceltme madem ki oldu, demek ki o senin çektiğin zorlukla beraber büyük bir kolaylık varmış, o halde daha da vardır. Çünkü ‘her zorlukla beraber bir kolaylık vardır’. Ondan dolayı seni kolaylığa erdirdik, ve yine de erdiririz manaları anlaşılabilir.
Burada "beraber", "sonra" mânâsınadır. Yakınlık, beraber olmaya benzetilerek ifade olunmuştur. Çünkü o göğsü açma ve yükü kaldırma, yükün sırtı ezmesinden sonra olmuştur. Kısacası, bu böyle olduğu gibi ilerisi için de böyledir. Talâk Suresi 7. Ayet-i kerimede de mealen "Allah, bir güçlüğün arkasından bir kolaylık yaratacaktır." buyurulmaktadır.
6. "Evet, gerçekten her zorlukla beraber bir kolaylık var". Yani o zorluğa göğüs gerilip aşılırsa o kolaylığa erilir. Çünkü kolaylığın var olmasından herkesin de mutlaka ona ermesi lazım gelmez. O kolaylığa inanıp, o zorluğa ehemmiyet vermeyip de Allah'ın izniyle sabır göstererek dayanan o kolaylığa erer. Nitekim "Ve'l-Leyli" Sûresi'nde mealen "Kim malını Allah yolunda verir ve takva yolunu tutar ve en güzeli de tasdik ederse, biz onu en kolay yola muvaffak kılacağız."(Leyl, 92/5-7) buyurulmuştur. Şu halde bundan sonra da bir zorlukla karşılaşırsan onu da başka bir kolaylığın izleyeceğini veya beraberinde bir kolaylık bulunduğunu bil, bu vaadi tasdik et de o zorluktan yılma. Onu da gönül hoşluğuyla karşıla manaları anlaşılabilir.
Bir yönden zor görünen bir işte diğer yönden bir kolaylık vardır. O işi, bu kolay yönünü bularak yapabilen kolaylığına erer. Her zorluğu bir kolaylığın izleyeceğine inanmak da o zorluğun yalnız sonunda değil, beraberinde de bulunan bir kolaylık yönüdür. Bu itibarla "en güzel"i tasdik eden ve ona göre çalışan mü’minler için her zorlukta iki kolaylık var demektir ki, bunun birine dünya kolaylığı, diğerine ahiret kolaylığı demek uygun olur.
Rivayet olunmuştur ki, Resulullah (s.a.v) bu âyet inince ferahlık ve neş’e içinde tebessüm buyurarak çıkmış, "bir zorluk iki kolaylığı yenemez", "Zorlukla beraber bir kolaylık vardır, zorlukla beraber bir kolaylık vardır." buyurmuştu.
Hz. Ömer (r.a.) de demiştir ki: "Şu muhakkak ki mümin bir kalbe herhangi bir sıkıntı inerse yüce Allah ona bunun arkasından bir rahatlık verir ve bir zorluk iki kolaylığı yenemez." "Mü’min bir kalbe" denilmekle imanın gereği olan gönül huzuru ve sabra da işaret vardır. Bununla beraber hepsinde hükmün genelliği yine Allah'ın dilemesi kaydına bağlıdır. Muvaffakiyet O’ndandır. Onun için bu hüküm ve vaadi hem geleceğe yaymak ve yapılması gereken tüm vazife türleri icin de Allah'ın lütfuna dayandırmak gereği içerisinde buyuruluyor ki:
7. ‘O halde bir işi bitirip boşa çıktığın vakit, yine başka bir işe başla ve yorul,’ yani her zorluğa bir kolaylık vurgulanarak vaad edilmiş olduğu için bir görevi, bir ibadeti bitirip bir zorluktan bir kolaylığa geçtiğin, biraz dinlendiğin, mesela aldığın vahyi yerine ulaştırdığın, farzlarını yerine getirdiğin vakit yine yorul, iş bitti diye düşünüp kalma da yine zahmeti tercih edip diğer bir ibadet için kalk, çalış, yorul; farz bittiyse nafileye geç, namaz bittiyse duaya geç ki, kolaylık da artsın, şükürde devam etmiş olasın. Kolaylık tembelliğe sevketmemeli, çalışmaya teşvik edici olmalıdır ki onun peşinden de bir kolaylık gelerek, artma ve ilerleme durumu hasıl olsun.
8. ‘Ancak ve ancak Rabb'ini iste, O’na yönel ve O’na rağbet et,’ Ancak O’na tevekkül et ve her şeyi sadece O’ndan bekle. Onun dışındaki sebep ve illetlerde veya gayelerde duraklayıp kalma, başka maksada bağlanma da bütün çalışmalarında ancak O’na, O’nun rızasına yönel, durmadan O’na doğru yürü, bütün lütuf ve nimetler O’ndandır, arzın ve semanın tüm mülkü O’nundur, Mülk ve melekut O’nun kudret elindedir. Onun için sadece nimete ve esere rağbet ile kalmamalı; nimetten, nimeti vereni görüp hep O’na doğru yönelmeli, O’nun rızası için çalışmalıdır. Son ve tek murad edilen O’dur, O’nun rızasından başka maksat ve gaye yoktur. "Bir işten maksat ne ise hüküm ona göre verilir." fehvasınca Allah için çalışan Allah'ın rızasına erer. Bu şekilde bu sûre bilhassa Resulullah (S.A.V.)'ın yüce ahlakını ve şanını anlatarak O’nun (SAV) feyzini, nurunu, alemlere rahmet oluşunu, şefaat-i uzma makamını daha çok genişletmeyi ve neticede nimetten o nimeti verene geçerek ancak ve daha çok Allah'a rağbet etmesini de ifade etmektedir.
Netice olarak, tefsirlerde izah edilen bu manalara göre, İnşirah suresi tüm maddi ve manevi elem ve sıkıntılara ve insanın belini çatır çatır çatıdatan ağır imtihanlara karşı muazzam bir muhafaza, ferahlık ve şifa kaynağıdır. Yaşanan imtihanların zorluğu karşısında maruz kalınabilecek, travma, üzüntü, keder, vesvese ve çeşitli şüpheler gibi manevi elemlerden, mü’minlerin kalblerini iman ve Kur’an hakikatlerine ve nurlarına şerh ederek (açarak), Allah’ın sonsuz rahmetine ve kudretine tevekkül etmeyi temin edip muhafaza eder ve zorluklara karşı tahammül kuvveti verir. Her zorlukla beraber bir kolaylık, hatta iki kolaylık lutfedildiğini idrak ettirerek, zorluklarla beraber gelen kolaylıkları ve ilahi lütufları göstererek, kalblere inşirah, ferahlık ve ümit kaynağı olur.
İnşirah suresi ayrıca, depresyon, stres, çeşitli vesveseler ve yeis (ümitsizlik) gibi psikolojik hastalıkların neden olabileceği maddi hastalıklara maruz kalmaktan da muhafaza eden veya sıkıntı ve acılarını azaltan büyük bir şifa ve rahmet kaynağıdır.
Diğer önemli bir mana olarak da, İnşirah suresi, şifası kendi içinde olan ‘Mukaddes Izdırap’ ‘irşad ve tebliğ vazifesi’ ile mü’minlerin dertlenmesini temin ederek fani ve dünyevi dertlerden muhafaza eder. ‘Derdi dünya olanın dünya kadar derdi olur’ vecizesi ile ifade edilen, dünya kadar, bin bir elem ve ızdırap kaynağı, ibadetsizlik, şükürsüzlük, ahlaksızlık veya haram ve günahlara müptela olmak gibi bela ve musibetlerden mü’minleri korur. Şairin ‘Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş’ (Niyazi-i Mısri) sözü ile çok güzel ifade ettiği gibi, insanlığın maddi manevi dertleriyle dertlenerek yaşatma ideali ile tüm insanlığın yardımına koşturur ve böylece kendi dertlerini unutturur ve lezzetli bir şifa kaynağı olur.
Bu manalara bağlı olarak, İnşirah suresini hem kendimiz ve ailemiz, hem de zulme maruz kalan tüm hizmet-i imaniye ve Kur’aniye de kardeşlerimiz için, hatta bir ilim, hikmet, rahmet, hidayet ve şifa kaynağı olarak tüm mü’min kardeşlerimiz ve insanlık için külli bir niyet ile çokca okumaya devam edebiliriz.
So söz olarak, Rabbimizden İnşirah suresinin bereketiyle kalblerimizi iman ve Kur’an hikmetine ve nurlarına şerh etmesini ve bu kalb inşirahı ile Kur’an-ı temsil ve tebliğ vazifesinde yaşanabilecek imtihanların zorluk ve ağırlıkları karşısında ferahlandırmasını ve kolaylıklar lutfetmesini ve en yakın zamanda sıhhat ve afiyetle ferec ve mahreç lutfederek her türlü zulüm, keder ve hastalıklardan kurtarmasını niyaz ederiz. Amin.
Faydalanılan Kaynaklar:
Elmalılı Hamdi Yazır ‘Hak Dini Kur’an Dili’ İnşirah Suresi tefsiri
Ali Ünal, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali ve Özet Tefsir.