İlk Hacc ve İlk Hizmet Evi
TARIK BURAK - SAMANYOLUHABER.COM
Hocaefendi, İzmir Kestanepazarı Kur'an Kursunda hocalık yaptığı sıralarda Diyanet İşleri Başkan Vekili Lütfü Doğan kendisini telefonla arayarak Diyanet Görevlisi olarak hacca gönderileceğini söyleyince o sene ilk kez hacca gitti. 1968 yılı Kurban ve Hac mevsimi 10 Mart günüydü. Hocaefendi’nin hacca gidişi ile ilgili haber 19 Şubat 1968 tarihli İttihad gazetesinde yer aldı.
Hacca bu ilk gidişini şöyle anlatıyor Hocaefendi:
“Hacca gidememek, Ravza-i Tahire'ye yüz sürememek benim için hicranların en ızdırap vericisiydi. O güne kadar niceleri hacca giderken hep onları gıpta ile seyretmiş ve bazen de tanıdıklarımın eline bir nâme tutuşturup bunu parmaklıkların arasından içeriye atmasını söylemiştim. Çünkü dayanamayacağım ölçüde özlemiştim. Ama imkanım olmadığı için de gidemiyordum. İçim cayır cayır yanıyordu. Bazan kalbim duracak hale geliyordu. Hasretimi bir iki satırlık mektupla dile getirmeye çalışıyor ve Allah Rasulü’nün hayatta olacağı mülahazasıyla mektubumu ona gönderiyordum. Belki bana bir vesile eliyle uzanır ve beni de huzuruna kabul eder, diye ümitleniyordum.
O sene, şimdi ismini hatırlayamayacağım talebelerden biri (Büyük İhtimalle İbrahim Çalışkan olabilir) bana: 'Hocam hacca gitmeyi düşünmüyor musunuz?' dedi. Yarama öyle bir tuz basmıştı ki dayanılacak gibi değildi. 'Ben kim, oraları kim?' dedim ve ağlayarak sınıfı terkettim. Müdür odasında başımı masaya dayadım ve duygularımı masanın camına döktüm. Zaten camın altında Ravza-i Tahireye ait çeşitli resimler bulunuyordu. Ben de hicranımı doğrudan oraya anlatıyordum.
Aradan kaç saat geçti bilmiyorum. Bildiğim ve hatırladığım gözyaşlarımın bir türlü dinmek bilmeyişiydi. Ben bu vaziyette otururken idareci arkadaşlardan biri içeriye girdi ve 'Hocam, sizi telefondan istiyorlar' dedi. 'Kim' diye sordum. 'Galiba Lütfi Doğan' cevabını verdi. Lütfi Doğan o sırada Diyanet İşleri Reis Muaviniydi. Reisliğe o vekalet ediyordu. Hemen telefona koştum. Karşıda hakikaten Lütfi Doğan vardı ve o tatlı, yumuşak sesiyle bana hitaben şöyle diyordu:
'Arkadaşlarla kararlaştırdık, bu sene, hacıların durumunu kontrol için Diyanet adına üç kişiyi hacca göndereceğiz. Biri Denizli Müftüsü İbrahim Değirmenci, İkincisi Eskişehir Müftüsü Ahmed Baltacı, üçüncüsü de siz.'
O sene Diyanet adına hacca gitme işi ilk defa oluyordu. Kendimi bir ara rüyada zannettim. Biraz evvelki hicranım neydi, şimdi neler duyuyordum…
Hemen Ankara'ya gidip muameleleri tamamladım. Orada anladım ki, bunu Yaşar Hocaefendi (Tunagür) hazırlamış. Ona da çok dua ettim.
Gittiğim bu ilk hacc, benim için çok bereketli oldu. Tabii ki Cenab-ı Hakk'ın rızası ölçüsünü bilemem. Fakat iç âlemim itibariyle bu hacdan çok istifade ettim.
Kabe'yi ve Ravzâ’i Tahire'yi ilk gördüğümde öyle bir ruh haline büründüm ki, tarifi mümkün değildir. Hani, benim gibi birine olmaz; ama farz-ı muhal, o anda cennetin bütün kapıları ardına kadar açılsa ve cennete davet edilseydim, herhalde oralardan ayrılıp cennete gitmeyi arzu etmezdim. Harem-i Şerif’te ve Ravza-i Tahire'de bulunmak bana öyle ledünni bir haz ve lezzet vermişti...
Kestanepazarı'ndaki talebelere hep apayrı bir gözle baktım. İslam âlemine ait büyük kurtuluşun hiç olmazsa bir bölümünü onların temsil ettiğine inanıyordum. Hacca giderken onların isim listelerini yanımda götürmüştüm. Hepsine orada teker teker dua ettim. Ayrıca tanıdığım birçok kimseye de ismen dua ettim. O sırada bütün Türkiye çapında tanıdıklarımın sayısı bugünle kıyas edilemeyecek ölçüde azdı. Onun için hepsini ismen zikredebilmiştim.
Bir-iki defanın dışında Beytullah'tan hiç ayrılmadım. Gece gündüz orada kalıyor, sadece abdest almaya çıkıyordum. Açlığım dayanılamayacak dereceye varırsa hurma veya bisküvit gibi şeylerle açlığımı yatıştırıyor ve yine ibadetime devam ediyordum. Her gün üç umre yapıyordum. Tabii ki o sırada gençlik de var. Buna güç yetirebiliyordum.
Efendimiz'den başlayarak sırasıyla Raşid Halifeler için umre yaptım. Benim gibi birinin yaptığı umre onlar namına olur mu, olmaz mı, bunu düşünmedim. Çünkü ben her şeyimi onlara borçluydum ve kendimi onlar için umre yapmaya mecbur hissediyordum. Bu mecburiyet hissinin zorlamasıyla cesaret ediyor ve yaptığım umrelerin sevabını onlara bağışlıyordum. Bu arada kendi yakınlarım için de umre yaptım. Başta Üstadım için sonra da annem, babam, ninem ve dedelerim için umre yaptım.
Enteresandır; Şamil Dedem için umre yaparken birdenbire bende bir hal değişmesi oldu. Sâfâ ile Merve arasında gidip gelirken ayaklarım yerden kesiliyor ve ben, adeta havada uçuyordum. Vücudumdan raşeler dökülüyordu.
Her insanda olduğu gibi bende de bazen fevkaladeden haller olmuştur. Belki de bu gibi durumlar Efendimiz'in 'Lî zamânün' dediği hallerden biridir. O andaki konsantreyi ve kazanılan durumu başka zaman yakalamak mümkün olmaz. Müsbet manada beni çıldırtacak derecede yaşadığım haller vardır. Fakat Şamil Dedem için umre yaparken elde ettiğim durum bunların hepsinin üstünde ve ötesinde bir durumdur ve tarifi mümkün değildir.
O günü tarihiyle tespit ettim. Zaten unutmam mümkün değil. Daha sonra Erzurum'a geldiğimde Vâlidem gördüğü bir rüyasını anlattı. Şâmil Dedem'i, melekler gibi bulutlar üstünde yüzüyor görmüştü. Rüyanın görüldüğü tarih, aynen benim umre yaparken ayaklarımın yerden kesilip uçtuğum tarihti.
Rahmetli Ömer Kirazoğlu da bana yazdığı bir mektupta: 'Sizin için umre yaparken, Beytullah'ın kenarında birdenbire başkalaştım.' demişti. Demek ki, bizzahr'il gayb yapılan tavaf ve umreler çok ciddi dualar nevindendir ki, Cenab-ı Hakk böyle bir hâl ihsan etmektedir. İşte Şamil dedemin bende unutamadığım böyle bir hatırası da vardır.”
Peki, bu hal niçin Şâmil dedesiyle ilgili umrede olmuştu? Hocaefendi bunu şöyle izah ediyor: “Bir yönüyle böyle bir hal yapılan umrenin kabul edildiğini gösterir. Ben öyle bir kabule layık olmasam dahi, Rabbimin lütfu ve keremi çok engindir.
İkinci olarak, bu bir frekans mevzuudur. Ruh haleti itibariyle benim gönderme yaptığım bir yerde onun almacı bunu almaya müsaitmiş. İkimiz de aynı ruh halini paylaşıyormuşuz.
Üçüncüsü de dışa karşı çok kapalı gibi duran dedem, torunlarından birine çok ciddi alaka duyuyormuş ve adeta her ikisi bir biriyle bütünleşiyorlarmış...
Bu ilk haccda unutamadığım hatıralarımdan biri de şudur: Harem-i Şerif’te, bilhassa cemaatla namaz kılarken, renk renk çiçekleri andıran cemaatların topluca rüku ve secdeye varışlarını seyretmek bana apayrı duygular ilham ediyordu. Orada, her renkten insan, kendine has urba ve giysileri içinde renk renk açmış nadide çiçekler gibiydi. Harem-i Şerif bunlarla, bağrında her mevsimin çiçeğini bitiren bir çiçek bahçesine benziyordu. Bu manzarayı seyretmek için rüku ve secdelere biraz gecikerek gidiyordum. Ve kendimi böyle yapmaktan alıkoyamıyordum.
O sene azmetmiştim. Bütün talebe ve dostlarıma küçük de olsa birer hediye götürecek ve mutlaka onlara zemzem ikram edecektim. Cenab-ı Hak, bu niyetimde beni muvaffak kıldı. Bilhassa her talebeye bir gümüş yüzük hediye getirdim. Bazılarına hurma ve zemzem de ikram ettim. Bu o gün için bana çok büyük mutluluk veren bir hadiseydi. Çünkü talebelerimi çok seviyordum...”
Cenâb-ı Hakk, Hocaefendi’ye bundan sonra iki kez daha (toplamda üç defa) hacca gitmeyi nasip etti.
İkincisinde; kendisine hac farz olduğu halde gidemeyen çok yakın bir dostunun karşı konulamayacak ısrarı üzerine onun babası adına gitti. Aslında bu şekilde bir hacca gitmeyi kendisi hiç istemiyordu. Çünkü öyle birinin namına yapılacak bir hac, Hocaefendi’ye çok ağır geliyordu. Ama, bütün bunların yanında bir de oraları özlemişti. Bu vesileyle o arkadaşıyla beraber ikinci kez o kudsî yolculuğa çıktı. Üçüncü haccına ise 1986 yılında gidecekti.
“Bu arada yaşadığım bir-iki hadiseyi nakletmek isterim. Orada bulunduğum sıralarda, çok küçük suçlardan dolayı çadır hapsine maruz kalan insanların olduğunu duyduk. Sizin gidip onları ziyaret etmeniz ve ihtiyaçlarını karşılamanız ise mümkün değildi. Çünkü onları arayıp sormanız, sizin de aynı cezaya maruz kalmanız için yeterli bir sebepti.
Diğer bir şey ise, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun medfun bulunduğu Ravza-yı Tâhire'nin bir köşesinde, Emr-i bi'l-Maruf Nehy-i ani'l-Münker diye bir müesseseye şahid oldum. Hadd-i zatında bu müessese, İslâm'ın güzel ve hoş gördüğü şeyleri emredip, nâhoş ve çirkin gördüğü şeylerden de men'eden bir müessesedir. İnsanların Peygamber'e ve bu kutsal mekanlara duydukları özlem, aşk ve muhabbetle geldikleri bu yerde, böyle bir müessesenin kurulmasına bir anlam veremedim. Ve hiç unutmam, bu müessese tarafından, elimde üç el tesbih bulundurduğumdan mı, yoksa Kur'ân ve dua okuyorum diye mi, ya da beni tanıyan üç-beş insanın gelip hal-hatır sorarak çevremde toplanmasından dolayı mı, derdest edilip götürüldüm? Sanki cürm-i meşhûd bir suçlu gibi muamele gördüm. Gariptir, onlar üç el tesbihlerin ticaretini yapacaklar, milyonlarca hacıya dağıtacaklar, siz ise, bunları çekemeyeceksiniz.. tabii çok garip geldi bana.
İşin ilginç bir yanı da bu insanlara bir şey anlatmanın mümkün olmadığıdır. Sizin de bir Müslüman olduğunuzu söylemeniz bu insanları harekete geçirmiyor ve kurtuluşu bir daha bu gibi şeyleri yapmama üzerine bir mazbata imzalamakta buluyorsunuz. Aksi ise, hemen sınırdışı edilmek… tabii haccınızı eda edemeden!”
İlk Hizmet Evi
1968 yılı hac dönüşünde İzmir Müftüsü Ahmed Karakullukçu bir imam arkadaşıyla Ankara’ya Hocaefendi’yi almaya gitmişlerdi. O zamanlar üniversiteli gençlerin kaldığı evler vardı. O akşam 35 kadar üniversite talebesi sohbet için toplanıp onları da davet etmişlerdi. Ahmed Karakullukçu Bey ile birlikte gittiler. O zamanlar bu kadar üniversite talebesinin böyle evlerde kalması ve kendilerini bu şekilde dindar yetiştirmeleri çok büyük bir hadise idi. Ve Ahmed Karakullukçu, onları bir arada görünce çok duygulanmış, son derece memnun olmuştu. Yolda gelirken Hocaefendi’ye: "Biz de böyle bir ev açalım. İzmir'e gidişte ilk işimiz bu olsun. Siz bir ev tutun, istediğiniz talebeleri de yetiştirin, kirasını ben temin ederim" dedi. Böylece Tepecik tarafındaki ilk ev tutulmuş oldu.
Ahmed Karakullukçu'nun bu hizmeti unutulacak gibi değildir. O bunları söyleyince dünyalar Hocaefendi’nin olmuştu. O gün için 500 liraya tuttukları bu evin bir yıla kadar kirasını o ödedi. Ve İzmir'de bu türlü hizmetlerin başlamasına ilk nüve bu evle atıldı...
Burası iki katlı bir binaydı. Üstünde de bir çekme kat vardı. Fırsat buldukça Hocaefendi bu eve gidip geliyordu. Abdullah Aymaz, Ali Candan, Mehmed Atalay ve Hüseyin Rençber Beyler devamlı burada kalıyordu.
Bu ilk evin olduğu mahalle çok kötü bir yerdi. Fakat bu evde hikmetini bilemediği bir ruhanilik seziyordu Hocaefendi. Gece geç vakitlere kadar bu ışık evde kalıyor ve ayrılmak kendisine çok zor geliyordu. Ancak Kestanepazarı'ndaki sorumlulukları sebebiyle dönmek zorundaydı.
"Ey Habib-i Şefik"
Bu ilk hizmet evinde Hocaefendi, aynen Bediüzzaman’ın Barla’ya ilk getirilişinde kaldığı evdeki gibi olağanüstü bir duruma şahitlik etmişti. Bunu şu şekilde anlatıyor: ‘Bu evde unutamadığım bir hatıram oldu. Mübarek gecelerden biriydi. Arkadaşlarla İşaret'ül İ'caz kitabını okumaya başladık. Gece geç vakit bazı arkadaşlar yattılar. Muazzam Bey'le okumaya devam ettik. Tam, "Ey Habib-i Şefik! Ey Şefik-i Habib" ifadesini okurken evin duvarlarından inilti sesleri gelmeye başladı. Ben beş defa aynı iniltili ve hicran dolu sesi duydum. Ses "Of! Of!" diyor ve duvar adeta vuslat hasretiyle inliyordu. Muazzam Bey, ben üç defa duydum, dedi. Ben ise beş defa aynı iniltiyi duymuştum.’
Üstad Bediüzzaman Said Nursi, 1 Mart 1927 yılında Ramazan’dan üç gün önce Isparta’nın bir beldesi olan Barla’ya sürgün edildiğinde aynı hali yaşamıştı. Bediüzzaman, Muhacir Hafız Ahmet’in evinin üst katına yerleşmişti.
Ev, gece, Bediüzzaman Hazretleri’nin ibadetiyle, evrad u ezkarıyla zelzeleye gelmiş, evin duvarları Bediüzzaman’ın zikrine iştirak edip sallanmaya, ses vermeye başlamıştı.
Muhacir Hafız Ahmet’in hanımı, hayretle eşini uyandırmıştı. İkisi de evlerinde misafir ettikleri zatın aslında kim olduğunu böylece anlamış oldular.
Muhacir Hafız Ahmet, sevinc¸ ve heyecanla eşine:
“Hanım! dedi, Allah başımıza devlet kuşu gönderdi. Bu mübarek zatı memnun edip duasını almalıyız. Yoksa evden gider, biz de bu manevi kazançtan mahrum oluruz.”
Yeni Hizmet Mekanları
Hocaefendi’nin gayretleriyle, 12 Mart Muhtırasından biraz evvel Buca ve Bornova'da da evler açıldı. Bornova'daki evi Mustafa Birlik Bey almıştı. Babasından kalma dükkanları satmış, eline 85 bin lira para geçmişti. 15 bin lira da başka bir arkadaştan bularak 100 bin lira ile ev alınmıştı. Aslında Birlik'lerin henüz ciddi bir evleri yoktu. Buna rağmen Hizmet edecek olan bir ışık evi kendilerine tercih etmişlerdi.
Yine o dönemlerde 18 bin liraya bir yer daha alınmıştı. ‘Ben hacdâ iken orası satıldı. Oradan alınan paraya biraz daha ilave yapılarak Fettah'taki ev alındı. Fettah'ın elli metre karelik bir salonu vardı. Orada çok sayıda insan toplanıp sohbet yapabiliyorduk. Fakat daha sonra burası Hyde Park'a döndü. Önüne gelen, gelip nutuk atmaya başladı. Hayr-ı kesir için şerr-i kalil irtikap edildi ve satıldı.’ diyor Hocaefendi. Daha sonra da o para ile Hatay'da hizmetler için bir ev satın alındı.
Hazımsızlık
Fethullah Gülen Hocaefendi tam gürül gürül bir Hizmet ortamının heyecanıyla dolup taşarken yine hazımsızlık, kıskançlık ve kör olası haset kendisini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. O günleri şöyle anlatıyor Hocaefendi:
‘Beşinci senenin sonuna doğruydu ki, Kestanepazarı'ndaki idareciler bana karşı tavır koymaya başladılar. Belki istihbarat tarafından tazyik ediliyorlardı, bilemiyorum. Fakat kulağıma böyle bir söylenti gelmişti. Benim üzerime idareci getirdiler. Bana, ‘Sen talebeye karışmayacaksın, sadece derslere girip çıkacaksın!’ dediler. İstemediğim bazı hocaları da getirmişlerdi. Sıdkı Şenbaba Bey'i müdür yaptılar. Bu zat sevdiğim bir insandı. Hatta babam geldiğinde onu alıp evinde misafir etmişti. Fakat o, idareci arkadaşların, maksad ve gayelerinden habersizdi. Safiyane ve hizmet gayesiyle gelmişti. Benim refüze edilmek istendiğimden belki haberi yoktu.
O sene Gediz'de bir deprem olmuştu. İzmir'de toplanan eşya ve malzemeleri götürmek için birkaç arkadaşla Gediz'e gitmiştik. Günlerden pazardı. Talebe, Sıdkı Şenbaba'ya isyan etmiş; hakaret ifade eden sözler söylemişler. O da talebenin bu antipatisini görünce bırakıp gitmiş. Bir daha da gelmedi. Fakat Rabbim şahiddir, bu olanlardan hiçbirinden benim haberim yoktu. Hadiseyi geldiğimde duydum ve cidden üzüldüm.
Öyle temiz ve samimi bir insanın, hakarete maruz kalması, asla tasvip edilecek bir durum değildi. Fakat, hiç dahlim olmadığı halde, idareci arkadaşlar, talebenin bu ayaklanmasını da benden bildiler. Şenbaba Bey'den sonra Suad Bülbül adında birisini getirdiler.
İstenen belliydi. Benim Kestanepazarı'nı terk etmem isteniyordu. Kalabileceğim bir ev aramaya başlamıştım. Esas istenen, talebeyi benden koparmaktı. Onun için de İmam Hatip Okulu'nun yanında yapılan binaya talebeyi taşımakta ısrar ediyorlardı. Talebe ihzari kısmını ben hiç düşünmeden reddettim. Çünkü son ârzum, Kestanepazarı'nın bir yerinde gömülmek ve kabrimden talebelerin gürültüsünü dinlemekti. Evet, dünyada bütün arzu ve isteğim buydu.
Bazı hocaefendiler çoğu itibariyle, benim düşündüğüm hizmet şekline muhalifti. Orada kaldığım beş senelik zaman zarfında, her gün adeta ağzımda kaktüs çiğniyor gibi olurdum. Bana taraftar olmalarını zaten beklemiyordum. Tek istediğim muhalefetlerindeki dozun biraz hafif olmasıydı. Ancak, yine de hep şiddetli bir muhalefetle karşı karşıya bulunuyordum. Buna rağmen, hizmet her şeyden önemliydi. Selden kurtarabildiğim kârdır, diyordum. Cemaatımızdan da gördüğüm bir tek kelimelik teşvik yoktu. Hiçbir şey yapmasalar dahi, sadece, bu hizmetine devam et, deseler benim için bu da yeterli. İnsan yapayalnız kaldığında ancak bu kadarcık bir ilginin bile ne büyük bir şey olduğunu anlayabilir. Yalnız kalmak çok zordur. Elden ne gelir ki, bu da bizim kaderimizdir.”