İşgal ve ambargo
Kadir Gürcan | ABD
Başladığında nerede duracağını kimsenin tahmin edemeyeceği iki tehlikeli oyundan biri savaş. Diğeri yangın. Bu yüzden fazla hevesli olmamak lazım. Başlattıktan sonra neticelerine katlanmak durumundasınız. Dünya Sağlık Örgütü'nün yayınladığı rakamlara göre, bir haftalık Suriye Savaşında, yerlerinden edilen insanların sayısı iki yüz bin. Bir “Barış Operasyonu(!)” için bu rakam biraz fazla değil mi?
Sadece benim dikkatimi çekti zannediyordum ama, öyle değilmiş. Yabancı basının Suriye Operasyonunu ısrarla 'invasion' işgal, olarak isimlendirmesi garibime gitmişti. Bir kaç gün sonra Sayın Cumhurbaşkanı aynı kelimeden ne kadar rahatsız olduğunu, savaşın hengamesi içerisinde dile getirmekten üşenmedi.
Demek ki alemin en akıllısı ben değilmişim. Cumhurbaşkanı, alışılmış refleksini, Avrupa'yı, üçbuçuk milyon mülteci için kapıları açmakla tehdit ederek bir kez daha gösterdi. Elinden gelen şimdilik bu kuru tehditler. Suriye Savaşını bir bitirsin, işi Avrupa ile kalsın.
Oraya da muzaffer bir ordu komutanı olarak seferler düzenlemesi yakındır. Sizi çorbacılar sizi! Sizi kılıç artıkları sizi! Hem “Fatih Kumandan(!)” payesi için can atacaksınız sonra da başka bir ülke sınırını ihlal ederken “Barış Harekatı” diyeceksiniz, öyle mi? Barış Harekatından çıksa çıksa beceriksiz bir savunma bakanı çıkar.
Alemin ağzı torba değil ki, büzesiniz. Aklı bir karış havada, kendi dar zihinlerinde sıkışıp kalmış liderlerin, kavramlarını kendilerinin belirleyeceği ütopik bir dünya ısrarı hiç eksik olmaz. Üniversite diplomasının sırrı çözülememiş Sayın Cumhurbaşkanı'nın, dış basının iktidar ve kendisi hakkındaki yazdıklarından, nitelendirmelerinden rahatsızlığı yeni değil.
Ülke içinde vatandaşlara etnik temizlik uygulayıp binlerce masumu, sırf kendisine muhalefet ettikleri için zindanlara tıktığında, Ortadoğu'lu tipik bir diktatör olarak anılmaktan çok alındı. Saray'ın maaş bordrosuna bağlanmayan ve Türkiye gerçeklerini yazan medya organlarını kapattı, basın mensuplarını hapse attı. Gerekçesi “Bunlar gazeteci değil, terörist!” diyerek yeni bir kavram denemesine yeltendi. Kimse de yemedi. Türkiye, özgür basından mahrum, az gelişmiş diktatör rejimler sınıfına geriledi.
Türkiye bugünkü iktidar ve gücü elinde bulunduranlarla demokratik bir ülke görünümünden fersah fersah uzaklaştı. Seçimle iktidar teslim alan partilerin, bir süre sonra çelik bir yumruğa dönüşüp, önce kendi vatandaşlarının, sonra da dünyanın başına bela olması ilk değil.
Geçen yüzyıl, seçimle diktatörlüğe yürüyen onlarca zorba idareci örneği açısından hatırı sayılır bir koleksiyona sahip. Sayın Cumhurbaşkanı, “Barış Harekatı(!)” olarak isimlendirdiği Suriye Savaşı'na beklediği desteği bulamayınca, mültecileri pazarlık masasına tekrar getirdi. Hadi bunu girdiği savaştaki kafa dağınıklığına verelim ama, bunu ilk defa yapmıyor ki! Suriyeli mülteciler, Saray'ın arka bahçesinde yedeklenen zor günlerin ticaret metaı olarak tutuluyor. Bunun uluslararası suç kategorisinde “Human Trafficking, insan kaçakçılığı”na tekabül ettiğini bilmem hatırlatmaya gerek var mı?
Kaç zamandır, “Bir gece ansızın gelebiliriz!” kibri ile savaş davulları çalan Saray ve İktidar, dünyanın gözü önünde işi, olup bittiye getireceğini hesap etmiş olmalı. Yine hesap hatası yaptılar. Günün hangi saatinde gideceğinizin bir ehemmiyeti yok. Asıl önemli olan, pisliğe bulaştıktan sonra bunu nasıl izah edeceğiniz.
Neden mi? Küçükten başlayalım. Doksanlı yıllarda Irak diktatörü Saddam'ın Kuveyt'i işgali, önce kendisi sonra da ülkesi için bir felaket oldu. Irak'ın hala artçı sarsıntıları ile yaşamaya devam ettiği iç bunalımlar Saddam'ın kötü mirası. İşgalin ilk günlerinde “Büyük Savaş Başlıyor!” demişti ama, bir tek uçak bile kaldıramadan bütün dünyaya rezil oldu. Sonrası malum.
Rusya, dünyanın gözü önünde Ukrayna'yı Kırım üzerinden cezalandırmaya kalkınca, Avrupa ve Amerika'nın ağır ambargoları ile yüzleşmek zorunda kaldı. Aradan dört yıl geçti. Rusya'nın dünya siyasetindeki stratejisinin ilk kalemini ambargolardan kurtulmak oluşturuyor. Washington'da lobi faaliyetleri yürüten Rus asıllı siyasilerin tek gündemi, ABD ambargolarını kaldırmak, hafifletmek, şarta bağlamak. O da olmazsa hiç olmazsa geciktirmek etrafında dönüyor.
İran'a ne diyorsun? İsterseniz bunun cevabını ABD Dış İşleri Bakanı Pompeo'nin geçen hafta verdiği demeçten siz kendiniz çıkarın; “İran, ya uluslararası regülasyonlara riayet eder ya da ciddi bir ekonomik dağılma ile yüzleşmek zorunda kalır!”
Seksenli yıllardaki Irak savaşından sonra İran, askeri bir işgal gerçekleştirmedi. Ne var ki, Ortadoğu'da teröre destek veren ülkeler arasında İran başı çekiyor. İran Terörü, dünya ile bütün bağlantılarını koparan ve ülkeyi ağır bir ekonomik krizin eşiğine getiren ambargo ve kısıtlamalar için yeter bir sebep olarak görülüyor. Hemen her hafta dünyayı yeni bir nükleer savaş ile tehdit eden İran'ın blöflerini kimse yemiyor. İran'ın da Rusya gibi birinci önceliği ambargolardan kurtulabilmek. Hatırlayacağınız üzere, daha bir kaç hafta önce, ülkenin önemli siyasi adamları ABD'de yapılan Birleşmiş Milletler görüşmeleri için vize problemi yaşadı.
Biraz geç oldu ama, Türkiye'nin başlatığı Suriye Savaşı'nın neden ilk günden itibaren “İşgal” olarak isimlendirildiğini şimdi daha iyi anladım. İşgal'in uluslararası ilişkilerdeki en anlaşılır karşılığı ambargo ile veriliyor. Cumhurbaşkanı ve iktidarın meseleyi hala anladıkları kanaatinde değilim.
Neyse ki Türkiye'nin başka bir ülke sınırlarına müdahalesi kısa sürdü. Hadisenin “İşgal” olduğu konusunda konsensus sağlanmış gibi; İşgal, ambargo ve ateşkes. İşte bu üçlemeyi herkes anlıyor. Ateşkes yaptıysanız, işgaldir o işgaldir!