Adem Yavuz Arslan / Tr724
TÜRKİYE’DE OLMAYABİLİR AMA DÜNYADA GİDECEK ÇOK MAHKEME VAR
AKP Genel Başkan Yardımcısı Leyla Şahin Usta’nın sosyal medyada yoğun olarak paylaşılan “Türkiye’de insan hakları ihlalleri olduğunu söylemek abesle iştigaldir” açıklamasını okurken ünlü siyaset bilimci-yazar Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” kavramını bir kez daha andım. Zira Şahin’in bu açıklaması herhangi bir siyasetçinin ‘sıradan yalanları’nın çok ötesinde anlamlar içeriyor.
Alt başlıklar açmak mümkün fakat ne demek istediğimi 3 ana bölümde toparlamaya çalışacağım:
ÖNCE İMHA SONRA İNKAR
İlk olarak şu noktanın altını tekraren çizmek lazım; Leyla Şahin Usta’nın bu açıklaması planlı bir AKP politikası. Yani bireysel bir fikir beyanı değil.
Daha açık bir ifadeyle, başta Erdoğan olmak üzere tüm AKP kurmayları, hatta Anadolu’nun ücra bir köşesindeki ilçe başkanı dahil, sistemli ve istikrarlı bir şekilde ‘inkar’ ediyor. Yoksa ne Erdoğan ne de Leyla Şahin Usta haksız hukuksuz tutuklamalardan, işkence ile öldürülen öğretmenlerden, KHK ile sosyal ölüme terk edilen yüz binlerden habersiz değil.
Dahası doğumhane kapılarında elleri kelepçelenen lohusa kadınları, hapisteki bir günlük bebekleri, fakir öğrenciler için burs vermekten başka bir ‘suç’u olmayan 70’lik nineleri yakinen biliyorlar. Çünkü emri veren kendileri.
Her demeçlerinde ‘Türkiye’de insan hakları ihlalleri yok’ demeleri ise bilinçli bir stratejinin parçası.
Bilindiği “Soykırımın 8 aşaması”nın son iki basamağı ‘imha’ ve ‘inkar’dır. Gregory Stanton ‘imha’ için “Katiller, kurbanlarının insan olduğuna inanmazlar” der. Bir sonraki aşama da ise “Failler, herhangi bir suç işlediklerini inkar ederler”.
Erdoğan ve AKP kurmayları bu stratejiyi takip ediyorlar.
Aynı zamanda şunu da biliyorlar; medya tamamen kontrollerinde olduğu için suçları gündeme gelmiyor. HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu da olmasa TBMM gündemine hiç giremeyecek. Dahası bürokrasi tamamen AKP teşkilatlarının kontrolünde olduğu için ‘delil’ bırakmıyorlar.
Uzun lafın kısası şu; bir süre sonra yaptıkları tüm zulümleri unutturacak, inkar edecekler. Bu yüzden Leyla Şahin Usta’nın açıklamalarını bireysel bir çıkış olarak görmeyin.
MAĞDURLARA, MAZLUMLARA DÜŞEN TARİHİ GÖREV
İkinci olarak; bu dönemin mağdurlarına tarihi bir görev düşüyor.
Normal şartlarda ‘bu görev’ gazetecilerin, insan hakları savunucularının ve akademisyenlerin olmalıydı fakat Türkiye’de bu üç gruptan da pek kimse kalmadı. ‘Yandaş olmayan’ az sayıda isim ise söz konusu Cemaat olunca ‘AKP söylemlerini’ dillendirmekten geri durmuyor.
Bu yüzden Erdoğan rejiminin mağduru olan herkes, yaşadığı mağduriyeti kayıt altına almak zorunda.
İşini kaybetmekten, gözaltına alınmaya, yandaş medyada hedef gösterilmekten gözaltında kötü muameleye; cezaevinde işkenceden iş yerine el konulmaya kadar her şeyi ama kelimenin tam anlamıyla ‘her şeyi’ kayıt altına almalı, belgelemeli, delillendirmeli…
Aksi takdirde Leyla Şahin Kaya örneğinde olduğu gibi bugün bu zulme imza atanlar yarın ‘ne münasebet böyle şeyler yaşanmadı’ diyecekler.
Bu aşamada ‘evet ama…’ ile başlayan çok bahane sıralanabilir. Nitekim bu fikrimi ne zaman dile getirsem aynı türden cevaplar alıyorum. Bir şekilde Türkiye’den çıkabilmiş mağdurlar bile gördükleri işkenceyi, kötü muameleyi, uğradığı haksızlıkları anlatmaya çekiniyor.
Kimisi Türkiye’deki ailesini, akrabalarını, kimisi işini barkını gerekçe gösteriyor. Ama unuttukları ya da fark etmedikleri şey şu; hangi gerekçe ile olursa olsun ‘susayım, sesimi çıkarmayayım bir şekilde bu işler düzelir’ deyip susmak Erdoğan’ın iştahını kabartıyor.
ZALİMLERİN KAÇACAK YERİ YOK
Üçüncü nokta ise hukuki boyut.
Türkiye’de hukuk yok. Polis iktidarın sopası, yargı cezalandırma aracı oldu. Fakat “Mağduriyetimizi delillendirsek, anlatsak ne olur” demeyin çünkü hukuki süreçler Türkiye ile sınırlı değil.
Buradaki kastım AİHM değil. Evet AİHM bir seçenektir ama tek alternatif değil.
Ayrıca AİHM, son yıllarda politik davranıp hakkaniyetli kararlar vermiyor. Zaten Türk hükümeti de AİHM kararlarını bir şekilde by-pas ediyor.
Ne demek istediğimi daha iyi anlatmak için girişte atıf yaptığım Hannah Arendt’e “kötülüğün sıradanlığı” kavramını icat ettiren olaya gidelim. Adolf Eichmann ismini duymuşsunuzdur. En azından hayatını anlatan bir filme rastlamışsınızdır.
Yahudi Soykırımı sırasında bir Gestapo subayı olan Eichmann Avrupa’nın her yerinden getirilen Yahudileri toplama ve imha kamplarına nakletmekle görevliydi. Hitler sonrası Güney Amerika’ya kaçtı. Kimlik ve şekil değiştirip sıradan bir hayat yaşarken 1960’ta İsrail İstihbaratına yakalandı.
Hikayenin bu bölümü gerçekten film gibi ama ben daha çok mahkeme safahatı ve savunmasına dikkat çekeceğim.
MOSSAD tarafından İsrail’e kaçırılan ve Kudüs’te mahkemeye çıkarılan Eichmann savunmasında kendisinin ‘sadece yasaları uygulayan, devletin verdiği görevi yerine getiren sıradan bir bürokrat olduğunu’ iddia etti. Eichmann’ın savunmasında kullandığı jargon sığ ve sıradandı. Basmakalıp-bürokratik bir dil kullandı. Eichmann sürekli ‘ben sadece üstlerimin bana verdiği görevleri yerine getirdim’ dese de idamdan kurtulamadı.
İsrail Yüksek Mahkemesi’nin gerekçeli kararı ise ‘Evrensel Yetki’ tartışmasında dönüm noktası oldu. Hatta evrensel yetki ilkesinin bir yüksek mahkeme tarafından kabul edildiği ilk karar olmuştur.
Hukuktaki ‘Evrensellik yetkisi’ne göre dünyanın bütün ülkelerinin insanlığa karşı işlenmiş suçların faillerini, suçla, suçluyla, mağdurla ya da olay mahalliyle hukuksal bir bağı olmasa da yargılama yetkisi vardır.
Amaç, insan hakları ihlalcilerinin herhangi bir coğrafyada hukuksal koruma bulmasını engellemektir. Bu yüzden evrensellik yetkisi adı insan hakları ihlallerine karışan, işkence eden, savaş suçlusu olan; her ideolojiden, her dinden, her ırktan politikacı, devlet adamı ya da bürokratın başının üzerinde sallanan demoklesin kılıcı olarak görülür.
Her hukuki konu gibi evrensellik yetkisi de karmaşık bir kavram. O yüzden kavramsal tartışmalara girmeyeceğim.
Fakat yargılamanın alanına giren suç tanımı çok net; bir eylemin insanlığa karşı suç oluşturması için; yaygın ve sistematik bir saldırı olması, sivillere yönelik olması, siyasal, ulusal, ırksal veya dini bir temele dayanıyor olması gerekiyor.
150’DEN FAZLA ÜLKEDE DAVA AÇMAK MÜMKÜN
Uluslararası hukuk uzmanlarına göre son yıllarda Türkiye’de yaşanan insan hakları ihlalleri (Mağdurun etnik ya da dini bir gruba dahil olması, kişilerin bedensel veya ruhsal bütünlüklerine zarar verme, grubun tamamen veya kısmen yok edilmesi sonucunu doğuracak koşullarda yaşamaya zorlanması vs) ile ilgili 150’den fazla ülkede dava konusu yapılabiliyor.
Özellikle Almanya, İngiltere, Avusturya, Belçika, Fransa, İspanya gibi ülkeler bugüne kadar bu kapsamda çok sayıda yargılamaya ev sahipliği yaptı.
En bilinen dava şüphesiz Şili lideri Pinochet’in yargılanması. Londra’ya bel fıtığı ameliyatı olmaya giden Pinochet, İspanyol yargıcın iade talebi sonrası tutuklanarak İspanya’ya gönderilmişti. Bir başka örnek dava Moritanyalı siyasiler için kasım 2016’da Paris’te açıldı.
Almanya’da ise Esad rejiminin istihbaratçılarından Jamil Hassan’a yönelik bir dosya açıldı. 16 Suriyeli işkenceye maruz kaldıkları iddiasıyla yerel bir insan hakları derneği aracılığı ile geçtiğimiz yılın mayıs ayında Avusturya’da bir dava açtı. Liberya Devlet Başkanının oğluna ve Pekin eski belediye başkanı Liu Qi’ye ABD’de, Guatemelalı ve El Salvadorlu siyasiler için İspanya’da dava açıldı. Başka çok sayıda örnek var.
Artık birçok ülke ‘failin ülke sınırları içinde bulunması’ şartını aramaksızın hukuki süreci başlatıyor.
Sonuç olarak; Erdoğan rejiminin zalimlerine dünyanın her yerinden dava açmak mümkün. Üstelik insanlığa karşı suçları takipte uzmanlaşmış çok sayıda sivil toplum örgütü de hazır. Bu yüzden kötü muamele yapan, hukuku çiğneyen herkesin bir kere daha düşünmesinde fayda var. Türkiye’de olmasa bile dünya da çok sayıda mahkeme var ve bu suçlarda zaman aşımı yok. Eninde sonunda hesap sorulur.