Hicret sonrasında Medîne’de iki bayram yaşandığını gören Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bugünlere bedel Allah’ın (celle celâlühû), mü’minlere o günlerden daha hayırlı iki bayram ihsan ettiğinin haberini vermiş ve böylelikle Ramazan ve Kurban bayramları kutlanmaya başlanmıştır ki hem Ramazan hem de Kurban, iki yoğun ibadet sürecinin akabinde Allah’ın kullarına ihsan ettiği bayram günleridir. Bu yönüyle onlar, kulluğun hakkı verilerek meşakkatli bir sürecin akabinde rahmet-i Rahmân’a kavuşmuş olmanın sevincini ifade ettikleri gibi aynı zamanda garîb u gurebâyı da sevindirmeyi hedefleyen şefkat ve merhamet günlerdir.
Hayata hangi yönüyle bakılırsa bakılsın orada da zirveyi temsil eden Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), Ramazan ayı geldiğinde bambaşka bir hâl alır ve Âişe Validemiz’in ifadesiyle, önüne kattığı her şeyi alıp götüren güçlü rüzgarlar gibi olurdu. Ashâbını da teşvik eder, ihtiyaç sahiplerinin elinden tutmaları gerektiğini her fırsatta hatırlatırdı.
Ramazan bayramına yakın günlerde bu hatırlatmayı gerektiren özel bir sebep daha vardı; sosyal hayatta konumu ne olursa olsun kadın-erkek herkesin fıtır sadakası vermesi gerektiğini söyler ve sıradan bir sadaka hükmüne düşmemesi için bunun, bayram gününden önce gerçekleşmesi gerektiğini ifade ederdi. Bu yönüyle fıtır sadakası, mü’min erkek ve kadın üzerinde farz olan zekattan önce teşri kılınmış bir hüküm olarak karşımızda durmaktadır.
Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bayramlarına gelince, her şeyden önce bayramını kutlamaya O (sallallahu aleyhi ve sellem), gecelerini aydın kılarak başlardı; “Sizden her kim, sevabını sadece Allah’tan umarak bayram gecelerini ihyâ ederse, kalblerin öldüğü gün onun kalbi ölmez!” buyurur ve yılda iki defa yakalanan bu fırsat gecelerini, Allah’ın (celle celâlühû) hoşnut olacağı amellerle geçirmeleri için ashâbını da uyarırdı.
Arefe ve Bayram günleri, temizliğe daha çok hassasiyet gösterilen giyim ve kuşama daha başka dikkat edilen günlerdi ve her önemli işe adım atarken yaptığı gibi Allah Resûlü de (sallallahu aleyhi ve sellem), bayram gününe de gusül abdesti ile başlardı. Giyim-kuşamına özen gösterir, güzel kokular sürer ve mübarek başlarına da sarık sarardı.
Bir ay süren oruç ve ibadet ayı Ramazan’ın ardından gelen bayram gününe, o gününün oruçlu olmadığını ifade eden bir amel ile adım atar ve tek rakamı tercih ederek birkaç hurma yiyerek başlardı ki ashâbını da buna teşvik ederdi. Kurban bayramında ise durum daha farklıydı; o gün Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), kestiği kurbanın ciğeriyle yeme-içmeye başlardı. Kurban bayramlarından birisinde hutbe îrad etmiş ve “Güne namaz kılmakla başlar, ardından da kurban keseriz; kim bunu yaparsa, bizim sünnetimize uymuş demektir!” buyurmuştu.
Bayram namazlarına, kadın-erkek, çoluk-çocuk, yaşlı-ihtiyar herkesin gelmesini teşvik eder, hastalığından dolayı namaz kılamayan kadınların dâhi namaz kılınan alana gelmesini ister, göz kamaştıran manzaraya şâhit olmalarını arzu ederdi. Bunu teyit adına bazen kendileri de, kızları ve annelerimizi de yanına alarak bayram namazına gelir, bilhassa yakın akrabalarının da gelmesini teşvik ederdi ki Fadl İbn-i Abbas, Abdullah İbn-i Abbas, Ca’fer İbn-i Ebi Talib, Hazreti Ali, Hazreti Hasan, Hazreti Huseyn, Üsame İbn-i Zeyd, Zeyd İbn-i Hârise ve Eymen İbn-i Ümmi Eymen gibi yakınında duran gençleri de yanına aldığı, tekbir ve tehlille mübarek seslerini yükselterek namazgâha geldiği de olurdu.
Namazgâha gidiş ve dönüş yolunu değiştirir, ashâbının da bu değişikliğe riayet etmesini isterdi. Namaza yürüyerek gider ve mümkün mertebe yolunu uzatmaya çalışırdı ki dönüş yolu gidişinden daha kısa olurdu. Bu tercihleriyle sanki O (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbını teftiş eder, daha çok insanla temas kurarak toplumun nabzını tutar ve kenarda köşede kimsenin boynu bükük ve garip kalmaması için her köşenin gözden geçirilmesini ister gibiydi. Aynı zamanda O (sallallahu aleyhi ve sellem), evinden namazgâha kadar tekbirle meşgul olurdu.
Namaz için bir araya gelen cemaati Mescid-i Nebevî almayacağı için bayram namazları açık alanda kılınırdı. Namazı ile kendisi arasına birisinin girmemesi için Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), kıble yönüne bir sütre koyar, ashâbına öyle namaz kıldırırdı. Bayram namazının birinci rek’atında Kâf Sûresini, ikinci rek’atında ise Kamer Sûresi’ni okurdu.
Musalla’da, sadece bayram namazlarını kılardı; önce de sonrasında da başka namaz kılmaz, zamanını ashâbı ile birlikte geçirirdi.
Namazının ardından ashâbına döner ve bir hutbe îrâd ederdi; Allah’a hamd ü sena ile başladığı bu hutbesinde çoğu zaman Allah ve ahiret hakikatini hatırlatır, itaate teşvik eder ve mesuliyet şuuru adına hisleri coştururdu.
Herkesin kendisini görebilmesi ve istifadeden mahrum kalmaması adına bayram hutbelerini bineğinin üzerinde îrâd ederdi ki bu sırada ashâb-ı güzîn hazretleri, saflarında oturur ve dikkatlice Allah Resûlü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem) dinlerlerdi.
Hutbe esnasında elinde, baston benzeri bir cisim olurdu.
İhtiyaç sahiplerini unutmaz ve ashâbının da unutamayacağı talepleri olurdu; hutbe esnasında gönüllerine seslenir, cömertlik duygularının canlanmasını arzu eder ve farklı zamanlarda yaptığı gibi bayram günlerinde de ihtiyaç sahiplerine verilmek üzere onların himmetine müracaat ederdi. Bunu yaparken, vermekle mükellef oldukları sadakanın ötesinde bir cömertlik sergilemeleri gerektiğini talep eden bir duruşu vardı. Hatta yanında Hazreti Bilâl olduğu halde kadınların bulunduğu mekâna kadar gelir, onun elinden tutunarak onlara da nasihatte bulunur ve aynı talebini onlar için de tekrarlardı. O kadar ki bu talebe imtisal eden kadınlar, boyunlarındaki gerdanlığı, kulaklarındaki küpeyi, parmaklarındaki yüzüğü, hatta ayak bileklerindeki halhalı bile çıkarıp verirlerdi de Hazreti Bilâl’in yere serdiği sergi zînet eşyası ile dolup taşardı.
Her zaman olduğu gibi mübarek dillerinden dua eksik olmaz, yalnız kaldığı her ânını Allah’a (celle celâlühû) yakınlık adına değerlendirirdi. O’nun için bayramlar, her zamankinden daha çok dua ettiği günlerin başlarında geliyordu.
Namaz bitip de vakit evlere akın etmeye geldiğinde Fahr-i Âlem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), namazgâhın ortasında durur ve Medîne’nin dört bir tarafına dağılan ashâbını seyre dalardı. Evet, 23 yıllık tebliğ hayatında davası kabul görmüş ve zirvede temsil edilmeye başlanmıştı; ancak bu dava, Hicâz ile sınırlı kalmayacak ve güneşin doğup battığı her noktaya ulaşacaktı. Üstelik, Kıyâmet’e kadar her insanın muhatabı da İslâm olacaktı. Onun için ufukta kaybolacakları âna kadar ashâbını takip eden bakışlarında sanki, temsil ettiği dini dünyanın dört bir yanına yarın taşıyacak olan ümmetini temâşa eder gibi bir hâli vardı!
Namaz sonrasında Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), çarşı pazara da nazar eder, oradaki kıvamı da gözden geçirirdi.
O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) beyanlarına göre bayramlar, yeme, içme ve zikrullah günleriydi ki onun için bu günlerde eğlenip sürûr izhâr etmek şeâirden sayılmış ve bu minvalde bayram günlerinde oruç tutmak da haram kabul edilmiştir.
Aynı zamanda sevinç günleri olan bayramlar, bu sevincin topluma da yayılma zamanlarıdır ki bayramlarda eğlenerek sürur izhar etmek, sevincini başkalarıyla paylaşmanın şeâirden olduğu ifade edilmektedir. Bu sevinç günlerde kimsenin rahatsızlık duymaması ve bayramın da “bayram” olabilmesi için Efendiler Efendisi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem), silah taşımayı yasaklaması oldukça mânidardır!
Bayram vesilesiyle yüzlerde tebessüme sebebiyet verecek farklılıklara fırsat verildiği, meşru dairenin içinde kalmak suretiyle eğlenceye kapı aralandığı, hatta bunu bizzat Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) teşvik ettiği de ayrı bir gerçektir. Mesela, bir bayram günü Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Mescid-i Nebevî’de def vurup gösteri yapan Sûdanlıları seyretmiş, Âişe Validemiz’in de görebilmesi için ona özel imkân hazırlamıştı. Ümmü Seleme Validemiz’in yanına gelen Hassan İbn-i Sabit’in câriyesinin, bayram günü şiir söyleyip def vurduğu bilinmektedir. Zaman zaman ashâbın tepkilerine de sebebiyet veren bu türlü tercihler karşısında Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) duruşunu ifade etmesi bakımından şu hâdise oldukça dikkat çekicidir:
Ensâr’dan iki genç kız, bir bayram günü Âişe Validemiz’in yanına gelmiş, kahramanlıklarını ihtiva eden Buâs türküleri söylüyor ve kendilerince eğleniyorlardı. Olacak ya, bu sırada Hâne-i Saâdet’e Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) çıka geldi. İlk defa karşılaştığı bu manzarayı görünce irkildi ve “Resûlullah’ın evinde Şeytân’a ait mırıltılar ha!” diye tepki gösterdi. Diğer yandan, buna zemin hazırladığı için kızı Hazreti Âişe’ye de kızmış, itâb etmeye başlamıştı. Meseleye muttali olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Hazreti Ebû Bekir’e döndü ve “Ey Ebâ Bekir!” dedi. “Her kavmin bir bayramı vardır; bu da bizim bayramımızdır!”
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bayramlarından çocuklar da nasibini alırdı; onlarla oturup konuşur, dertlerini dinler ve şefkatle başlarını okşardı. Bayram günlerinden birisinde boynunu bükmüş ağlayan ve eski elbiseleri içinde perişan bir çocuk görmüş ve yavaşça yanına yaklaşıp, “Yavrucuğum! Senin derdin de; niye ağlıyorsun?” sormuştu. Kendisine bu soruyu soranın Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) olduğunu fark edemeyen çocuk, önce “Her kim isen, başımdan git!” dedi ve ardından da içini dökmeye başladı:
– Çünkü benim babam, Nebî ile birlikte savaşırken şehîd olunca annem başka birisi ile evlendi. O da, her şeyimi elimden alarak beni evinden kovdu! Ne yiyecek ne içecek ve ne de giyecek bir şeyim var! Başımı sokacak bir evim de yok! Üstelik, her isteklerini yerine getiren, şefkatle başlarını okşayan ve bayram günü kendilerine yeni elbiseler alan babalara sahip şu çocukların eğlenip oynadıklarını görünce üzüntüm daha da katlanıyor, hâlimi düşünüp üzülüyor ve ağlıyorum!
Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), çocuğun elinden tuttu ve “İstemez misin?” dedi. “Bundan böyle senin baban ben olayım; Âişe de annen! Fâtıma kız kardeşin, Ali amcan ve Hasan ile Hüseyin de senin kardeşlerin olsun!”
Muhatabının Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) olduğunu fark eden ve her şeyini kaybettiğini zannettiği yerde Habîb-i Ekrem’in şefkat eline tutunan çocuk, bütün sıkıntılarını unutmuş, gülen gözlerle mübarek yüzlerine bakıyordu! Kâbuslar içinde kıvranırken yepyeni bir bayrama uyanmıştı ve “Nasıl istemem ki yâ Resûlallah!” dedi. Kendisine uzanan mübarek ellere sımsıkı yapıştı ve baş tâcı yapılmış bir çocuk olarak dünyanın en bahtiyar ailesinin evinin yolunu tuttu.