Emine Eroğlu'nun TR724.com'da yayınlanan ' İtinayla iftira atanların pîri ' yazısını Asım Yıldırım seslendirdi.... Okunan yazı MC EU TV'de kilp haline yayınlandı...
Firavun’u gücü, Karun’u serveti, Haman’ı zekâsı zehirlemişti.
Onu rekabet duygusu, görünme arzusu, alkış ve iltifat tiryakiliği zehirledi.
Hakikatten önce o hakikatin kendisiyle temsil edilmiyor oluşuna itiraz etti.
Aşağılayıp karaladığı “sıradan” insanlarla aynı cenneti paylaşmaktansa cehenneme gitmeyi tercih etti.
Kendisini seçmeyen bir Allah’a iman etmek istemedi.
Aklına sığıştıramadı, “Taif’te Urve b. Mesut, Mekke’de Velid b. Muğire gibi peygamberliğe daha layık isimler varken, nasıl oluyor da Ebû Talib’in yetimi gibi fakir ve kimsesiz bir insan peygamber olabiliyor?”
Şeytan’ın Hazreti Adem’le sınanması gibi “insan-ı kamil”le sınandı.
Yoklukla değil, varlıkla imtihan edildi.
Kendine takıldı.
Ebedi hüsrana uğrayanlardan oldu.
ZAAFLARIN PERÇEMİ
Biliyordu. Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu gayet iyi biliyordu. Gelişmiş bir şiir zevki, güçlü bir hitabet yeteneği vardı. “İçinizde şiiri, kasideyi ve cin sözlerini benden daha iyi bilen biri yoktur. O’nun söylediği bunların hiçbirine benzemiyor” diyordu.
Resûl-i Ekrem’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşılaşmış, İlahi beyanı dinlemiş, sözden iyi anladığı için de Kur’ân’ın ifadelerinin tesirinde kalmış ve O’nun bir beşer kelâmı olamayacağını hissetmişti.
Fakat manipüle edilmeye o denli elverişliydi ki… Ebu Cehil, kendinden gayet emin, “Ben onun hakkından gelirim.” diyor ve hakkından da geliyordu.
“Ey Velid! Kavmin sana vermek için mal topluyor. Çünkü sen Muhammed’den bir şeyler elde etmek için O’nun yanına gidiyormuşsun!” gibi bir taciz atışı karşısında kolayca kibrine yenik düşüyordu.
Yalnız kaldığında konuşturabildiği vicdanı ikinci bir kişinin yanında dilsizdi.
Artık hakikati reddetmesi yetmiyor, bir de ona küfretmesi gerekiyordu ki kendini ispatlasın. Düşmanlık etmesi gerekiyordu ki zihinlerdeki imajını tazelesin.
Zaaflarının perçeminden yakalanmıştı bir defa.
Tarihin bütün münkir ve münafıklarıyla aynı şeyleri mırıldanmaya hazırdı.
Küstahlıkta, Efendimize “ebter” diyen As bin Vail’le, eblehlikte, bir kemik parçasını gösterip “Bu mu dirilecek?” diye soran Übey ibni Halef’le yarışabilir; dilerse Ebu Cehil gibi “Getirin zakkumu, pişirip yiyeyim!” diye saçmalayabilirdi.
O da firavunlardan bir firavundu en nihayetinde.
Hepsiyle aynı kumaştandı.
HAKİKATİ EĞİP BÜKEN BİR İFTİRACI
Velid b. Muğire bir prototipti. Hakikati eğip büken, onu alaya alan ve kahr olası hükümler veren bir iftiracı prototipi.
“O iftirayı attık tutmadı, bu iftirayı attık tutmadı. Şöyle dersek tutturabiliriz” diye kafa yoranların üstadı, pîri.
Sahil-i selâmete bir adım kala ökçeleri üzerine gerisin geriye dönüveren, bunun için de Cenâb-ı Hakk’ın, “Ben onu sekara (Cehennem’e) sokacağım” (Müddessir, 26) diye buyurduğu talihsiz…
Attığı iftiranın inandırıcılığı ile övünen belagat ustası…
Kalkıp kavminin toplandıkları yere geldi.
“Siz, ‘Muhammed mecnun!’ diyorsunuz; O’nda hiç cinnet emaresi gördünüz mü? ‘Kahin!’ diyorsunuz; O’nu hiç kahinlik yaparken müşahede ettiniz mi? ‘Şair!’ diyorsunuz; O’nu hiç şiirle uğraşırken ve şiir söylerken gördünüz mü? ‘Yalancı!’ diyorsunuz; O’nun hiç yalan söylediğini duydunuz mu?” diye şaşkınlık uyaran sorular sordu.
Orada bulunanlar, ”Hayır. Ama peki öyleyse O nedir?” dediler.
Velid, “Durun bir düşüneyim!” dedi.
BU NASIL BİR ÖLÇÜP BİÇME?
Kur’an bu düşünüp taşınma, ölçüp biçme ve sonra da bir hüküm verme halini bütün jest ve mimikleriyle tasvir ediyor:
“Zira o, düşündü taşındı, kendince ölçtü biçti.
Canı çıkasıca, bu ne biçim ölçüp biçmekti!
Kahrolası nasıl (ölçüp biçti) ve nasıl ölçtü biçtiyse!
Sonra (başını kaldırıp halka) baktı.
Sonra kaşlarını çattı, suratını astı.
Sonunda da, kibrini yenemeyip sırt çevirdi.
‘Bu (Kur’ân) dedi, olsa olsa (sihirbazlardan öğrenilip) nakledilen bir sihirdir.
Ve bu, insan sözünden başka bir şey değil” (Müddessir, 18-25).
Kur’an’ın çizdiği tabloda bu “kahrolası ve sonra yine kahrolası” adam alabildiğine tiyatral. Yapmacık, zorlamalı. Alaycı bir ciddiyeti var. Zihnini yoruyor, sinirlerini geriyor, alnını kırıştırıyor, yüz hatlarını ve mimiklerini oynatıyor.
Düşünüp taşınıyormuş, ölçüp biçiyormuş gibi yapıyor.
Aslında Kur’an’ı karalayacak bir söz söylemeye hazırlanıyor.
Sözün tesirini arttırmak için sessizlik efekti veriyor.
Ortamı önce gerip sonra rahatlatmak istiyor.
Başını kaldırıp halkı süzüyor. Söyleyeceği şeyi merak etmelerini istiyor.
Kaşlarını çatarak ve yüzünü asarak derin düşünceye dalmış gibi gösteriyor.
Ve hakikate sırtını dönerek veriyor hükmünü.
ASRIN VELİDLERİ
Gerçek olan şu ki, Velid b. Muğire aslında bu şeytani tiyatroyu zamanın kürsüsünde sergilemeye devam ediyor.
Üzerinden on dört asır geçse de sahneden inmiyor.
Hala yüzünü ekşitip kaşlarını çatıyor. Ölçüp biçiyor.
Hakikati değil, kendini mahkum ediyor. Müminlere değil, Allah’a savaş açıyor…
Ve biz Kur’an’ın irşadıyla teşhis ediyoruz onu.
Mimiklerinden, kurduğu cümlelerden, dönüp alkışçılarına bakışlarından anlıyoruz kim olduğunu.
Süfyaniyet asrının özneleriyle benzerliğinden tanıyoruz.
İbretle seyrediyoruz, “sarp mı sarp yokuşlar”a sürülüşünü.
Susup kenara çekiliyor, hükmü Rabbimize bırakıyoruz:
“Mal ve ailesiz, tek olarak yarattığım, sonra çok çok mal, servet ve etrafında dolaşan oğullar verdiğim, her türlü imkanı önüne serdiğim, o adamın hakkından gelmeyi sen Bana bırak” (Müddessir, 11-14).