Kadere teslimiyet
MEHMET ALİ ŞENGÜL
İnsan, bu dünyâda kurulan bir şirkete ne kadar hisse ile katılmış ise, o ölçüde kâr payı alır. Uhrevî iştiraklere gelince; niyet, samimiyet ve ihlâs önem arz eder.
Onun için iştirâk-i âmâl-i uhreviyede her şahıs için, hâsıl olan umum sevabın, herbirinin defter-i âmâline bitamâmihâ gireceği, Allah’ın geniş Rahmet ve kereminin muktezâsı olduğu ehl-i hakîkat ifâde buyurmaktadır.
Hizmette teslimiyet, adanmışlık, ibâdette derinlik, fedakârlık gibi hususlarda elde edeceği mânevî kazanç; kişinin hâlis niyeti ve kalbinin Allah’a teslimiyetine bağlıdır.
Buna rağmen, insanların tavır ve davranışları gerçekten samîmi veya değil; kalbi yarıp bakmaya muktedir olamadığımıza göre, biz zâhire bakarak hüküm verir ve ona göre davranırız. Ama buna rağmen herkes için, ‘hüsnü zan, adem-i itimat’ prensibi esas olmalıdır.
İnsanların mizâcı bize uymayabilir. Fakat, samîmi, fedakâr, hasbî ve muhlis iseler, Allah için sevmek zorundayız. İnsanlardan alâka duymaya, ilgi ve saygı beklemeye hiçbirimizin hakkı yoktur. Kime ne yaparsak yapalım, kim bize -iyi veya kötü- ne yaparsa yapsın, amellerimiz Allah için olmalıdır.
Mü’minler husûsuyla ehl-i hizmet, birbirlerine moral olmalı ve hiçbir zaman birbirini yıpratacak, hizmeti sarsacak bir tavır ve davranış içinde bulunmamalıdırlar. Bazı mizaçlar sabırda, katlanmada farklı olabilirler. Ama herkes, dinin ortaya koyduğu temel prensiplere göre kendini kontrol altına almaya mecbur ve mükelleftir.
Unutulmamalıdır ki, kendisi fâni olan dünyânın musîbetleri bâkî olmaz. Başa gelen her türlü sıkıntıların bir miadı vardır. O noktaya kadar insan, dişini sıkar sabrederse, neticesinin hayır olacağını Cenâb-ı Hak vaad buyurmaktadır.
Âl-i İmran sûresi 103.âyette; “İftirâka düşmeden Allah’ın kopmayan ipi Kur’an’a sımsıkı sarılın” buyrulmaktadır.Yolun erkânının bunu gerektirdiğini birbirimize tavsiye ederek, mülkün gerçek sahibi Allah’a teslim olmalı ve yardımı ondan beklemeliyiz.
Allah (cc); ‘Özür dileyip af dileyen kullarına karşı, -samîmi olma kaydıyla- bütün günahları mağfiret ederim’ (Zümer sûresi, 53) buyuruyor. Mü’minlere karşı vazifemiz, bize yakışan bir şekilde -sevgiyle, şefkatle, merhametle- muâmelede bulunmak ve onlara samîmi davranmaktır.
Sebeplerde kusur yapmamak kaydıyla, ‘Kader hakkımızda böyle takdir etmiş’ deyip sabreder, katlanır ve üzerimize düşen vazîfelerimizi ihmal etmemeye kendimizi zorlarız. Amellerimizin ve niyetlerimizin samîmi ve müstakim olmasına a’zamî derecede dikkat etmeliyiz.
Saâdet asrında boykot, sürgün, muhâsara ve hicretin birbirini takip ettiği o günlerde, bilhassa Şîb-i Ebu Talib’de, Dârü’n Nedve günlerinde su yoktu, yiyecek yoktu, doktor ve ilaç da yoktu. Müşrikler inananlara, ellerinden gelse oksijen bile vermeyeceklerdi. Bugün ülkemizde hizmete kaderini adayanlara yapılan muâmelenin de, o günden farksız olduğunu görmekteyiz.
O gün Sahâbe Efendilerimiz (r.anhüm) ağaçların yapraklarını ve kabuklarını, ölmüş hayvanın kurumuş derilerini yiyerek hayata tutunuyorlar ve ‘Allah yolunda ölmekten daha büyük bir şeref bilmiyoruz’ diyorlardı. Bugün benzer sıkıntılara mâruz kalmış olan, dâvây-ı İslâm’ın vârisleri bulunan ehl-i îman, aynı samîmiyeti ve fedâkarlığı göstermektedirler.
Sebeplere riâyet edip Müsebbibü’l esbab olan Allah’a kalbimizi kilitlemeli, ye’is’in bir küfür sıfatı olduğunu unutmayıp, Kudret-i Sonsuz Rabbimize ümitle ve azimle sımsıkı bağlanıp itaat etmeliyiz.
Kur’ân-ı Azîmüşşân’da En’am sûresi 59.âyette; “Bilinmeyen nice hazineler ve görünmeyen gayb aleminin anahtarları O’nun yanındadır. Onları Kendisinden başkası bilemez. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun haberi olmadan bir tek yaprak bile düşmez. Yer altı tabakalarının karanlıkları içindeki tek bir tane, hasılı yaş ve kuru hiç bir şey yoktur ki açık, net bir kitapta bulunmasın” buyrulmaktadır.
Olup biten her şeyden haberdar olan Rabbimiz, sıkıntılara ve zulümlere sebebiyet veren zâlim ve münâfıklara izin verdiğine göre, ‘vardır bir hikmeti diyerek’ katlanmamız gerekmektedir.
‘Bu vesile ile Allah bizleri temizlemeyi, sabrımızı ölçmeyi, ölümsüz ebedi âlemi kazanmamız için rütbelerimizi artırmayı,sâdık mıyız- kâzib miyiz? tesbit etmeyi murad etmiş olabir’ deyip, -gerçekte böyledir- dişimizi sıkacak; zikir, fikir, ibâdet, ilimle sürekli meşgul olarak, Rabbimizle beraber olmayı öne çıkararak ve sabredip rızâ-yı ilâhiye talip olmalıyız.
Tarihi şerefle dolu bir milletin evlatlarıyız. Müslümanız, vatanımızı ve milletimizi seviyoruz. İhânet, terör hayallerimizden bile geçmedi. Kaderimizi yaşıyoruz. İnsanlığın huzurlu, güvenli ve barış içinde, mutlu bir şekilde yaşamasından başka bir derdimiz yoktur. Bunun dışında gizli herhangi bir şeyimiz yoktur, hiçbir zaman olmamış ve olmayacaktır da.
Çilekeşler, mükâfatını Allah’dan beklemeli, kimseyi tenkit etmemeli; ‘Allah'ım, bizi kurtar, kardeşlerimizi bizim durumumuza düşürme!’ deyip duâ etmeliler. Bütün dünyada bay bayan kardeşlerimiz, -her ne kadar işleri zor da olsa- dünya barışına katkıda bulunmada ve muhtaç gönüllere hakikatleri duyurmada birbiriyle kenetlenerek maddî manevî yardımda bulunmalıdırlar.
Ne var ki herkes; inancı, Allah’a karşı kalbî derinliği ölçüsünde sorumlu ve mes’uldür. Hiç kimseye zorla bir şey yaptırmaya muktedir değiliz. Allah, akla kapıyı açıp irâdeyi -insanın- elinden almamıştır. Kalpler, Allah’ın yed-i Kudreti’ndedir. Yânî, bu bir inanç ve gönül işidir.
Tarihte her Peygamber ve ona inananlar, îmanlarından dolayı sıkıntı ve çilelere mâruz kalmışlardır. Kur’ân-ı Kerim tarihte yaşananların bir kısmından bahsederek, ümmet-i Muhammed’e (sav) yol göstermiştir. Kehf sûresi ve Yusuf sûresinde de mutlaka bu zamana ışık tutan hakîkatler vardır. Arzu edenler bu iki sûrenin tamamına bakabilirler.
“Gerçekten, Yusuf ile kardeşlerinin kıssalarında, sorup ilgilenenlerin alacakları nice ibretler vardır.” (Yusuf sûresi,7)
“Biz bu Kur’ân’da, insanlar için her türlü misal ve öğüdü, farklı üsluplarla tekrar tekrar ifade ettik. Fakat birçoğu bunları anlamadı. Zira bütün varlıklar içinde tartışmaya en düşkün olan, insandır.” (Kehf sûresi, 54)
Mü’min, sebeplere hakîki te’sir vermemeli, Allah’ın hakkındaki takdirine râzı olmalıdır. Bunun yanında, ülke içi ve dışında kaderini hizmete adamış hakları gasb edilmiş olan bütün gönül dostlarının, hukukî yollara başvurmak suretiyle haklarını aramaları en doğal haklarıdır.
Herkes, yapılması gerekeni imkanları ölçüsünde yapmaya gayret etmeli ve neticeyi ise, sâhib-i Kâinat Allah’a bırakmalıdır.