Abdülkadir Kavun diyor ki: “Bayram Yüksel Ağabey tıpkı bir asker gibi tertip ve intizama çok dikkat ederdi. Ayrıca çok dakik ve disiplinliydi. Nezafet ve nezâkette çok hassastı, fakat bir o kadar da şefkatli idi. Elbisesi daima ütülü ve temizdi. Risale-i Nur’a ait, velev küçük bir mesele bile sorulsa ‘Bunu Sungur Ağabeye sorun’ derdi. ‘Ama Üstad’ın şahsına ve hizmetin tedbirine ait meseleleri bana sorun.’ Sanki Üstadımız bir vazife taksimi yapmıştı ve onlar buna çok riayet ediyorlardı.
“Bir gün Üstadımız kendisine: ‘Bayram, istikbalde aranızda bir hâdise zuhur etse, sen Sungur’dan ayrılma!’ diye emir buyurmuşlar. Bayram Ağabey de her zaman buna riayet ederdi. Hatta bir gün bir beldede mübarek bir ağabey, Sungur Ağabey için, ‘Bizim de Sungur Ağabey gibi arabamız olsa, biz de her yeri gezeriz!’ diye söyleyince, Bayram Ağabey çok hiddetlenerek: ‘Siz Sungur Ağabey'in kim olduğunu bilmiyorsunuz. Ben Allah’a dua ediyorum ki, ömrümü alıp ona versin!’ demişti.
“Yine Mehmet Kırkıncı Hocamızdan defalarca işittim: ‘Bütün ömrümde yaptığım hizmetlerin ecrini, Bayram Ağabeyin Üstad’a verdiği bir bardak suya değişmem! Zira onlar kime hizmet etmişler!?..’ Kırkıncı Hocamız yine bir gün bazı meselelerde ağabeylere nazlanan birisine şöyle demişti: ‘Bak kardeşim, biz Üstadımızı ziyarete gittik. Bize ne dedi? ‘Molla Mehmet, git Erzurum’a hizmet et. Sana da: ‘Ey falan, sen de git Urfa’ya hizmet et.’ Bak, bizi ilmimiz olmasına rağmen yanında alıkoymadı. Ama Üstadımız, Bayram Ağabeyi almak için kaç defa evine gitti.’
“Bir gün Bayram Ağabeyle Ceylan Ağabey, Üstadımıza Amerika’nın karanlık gecede Kara Taşın Üzerinde KARA BİR KARINCAYI VURABİLECEK BİR ALET İCAT ETTİKLERİNİ söylemişler. Üstad onlara ‘Ben onları geçmişim… Ben BAYRAM’la CEYLAN’ın alın yazılarını gördüm, öyle hizmetime aldım.’ buyurmuşlar. Evet Bayram Ağabey, Üstad’ın yanında kaldığı müddetçe bir gün bile evinde kalmamış… Sadece annesinin elini öper, bir iki saat sonra dönermiş. Üstadımız da kendisini arabada beklermiş.
“Bir gün Üstadımız, Sungur Ağabeye ‘Bayram benim talebemdir. Bana dua ediyor, diye iftihar ediyorum!’ demişti.
Kader Bayram Yüksel Ağabeyi bir köyden nasıl Üstadımıza ve Hizmete yönlendiriyor bir bakalım…
Bayram Ağabey 16 yaşında iken, işlemediği bir suçu üzerine alıp 1948’de Afyon hapsine düşer. 1948 yılının sonunda Üstad ile beraber Risale-i Nur talebeleri de Afyon Hapisanesine getirilir. Orada onlarla ve Üstad ile tanışır.
Bu hususu Bayram Ağabeyin dilinden dinleyelim:
“O zamanlar henüz 16 yaşında idim. Bilhassa Zübeyir Ağabey’in benim üzerimde tesiri çok fazladır. Risale-i Nur’un düsturları ve hizmet tarzı hakkında Zübeyir Ağabeyden çok istifa ettim. Ahmed Feyzi, Mustafa Osman, Hıfzı Bayram, Mustafa Sungur; Çalışkanlar Hanedanından Osman Çalışkan, Halil Çalışkan, Ceylan Çalışkan; Mustafa Acet, İbrahim Fakazlı v.s. Ağabeylerle beraber hapishanede daima meşguliyetimiz, Nur Risaleleri yazmaktı. Üstad’ın koğuşuna gittiğimizde arı kovanı gibi seslerin geldiğini duyardık. Bu sesler Üstadımızın evrad, ezkâr, dua ve niyaz sesleriydi. Gecenin hangi saatinde baksak ışığının yandığını görür, zikir sesleri işitirdik. Devamlı Üstadımızı düşünür, her fırsatta ziyaret edip elini öpmek, duasını almak isterdik. Gardiyanlar bize mâni olurlar, hakaret ederlerdi. ‘Sen de bunun arkasından gidiyor, bu Kürt’e tapıyorsun!’ diye tokat atarlardı.
“On Beşinci Şua’dan el-Hüccetü’z-Zehra, ‘Afyon hapsinde telif edilmiştir. Telif sırasında zaman zaman Üstad’ın penceresinin altından geçerdik. Üstadımız pencereden bakar, bizleri gördüğü anda, bulduğu küçük kağıt parçalarına yazdığı kısımları kibrit kutusuna koyarak bize atardı. Biz de bu parçaları hemen ağabeylere verirdik. Önce onlar yazarlardı, sonra biz çoğaltmaya başlardık. Birimiz yazdı mı diğerimize verir, o gün bütün oradaki ağabeylerimize ulaşırdı. Böylece yazılanlar muhafaza edilip çoğaltılırdı. Kur’an hattıyla yazmayı bana hapiste Ceylan Ağabey öğretti.
“Üstad’ın hizmetine ilk girdiğim zaman bana yaptığı nasihatte nedense, iki şey üzerinde durmuştu. Biri: ‘Sen Konferans’ı çok oku!’ İkincisi: ‘Yirmi Beşinci Söz’ün başında yer alan, Kur’an’ın üç Tarifini ezberle!’ demişti.
Ben de buna uyup Konferansı çok okuduğum gibi, Kur’an’ın tariflerini de ezberledim. Hatta Arapça ‘Kur’an’ kelimesinin üç harfinin içine yerleşecek şekilde bu üç tarifi yazdım!.”
“Üstadımız bize: ‘Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlarından hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilirler. Yoksa akıl cüz’î bir hisse alır, öteki gıdasız kalabilirler. Risale-i Nur, sâir ilimler gibi okunmamalı; çünkü ondaki iman-ı tahkîkî ilimleri başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka, çok letâif-i insaniyenin kut (azık) ve nurudur…’ derdi.
“Üstadımız, Risaleler hakkında da: ‘Ben hiçbir zaman boşuna sebepsiz eser yazmadım. Mutlaka bir delile, bir sebebe ve bir ihtiyaca binaen yazdım. Hem sizler bilerek çalışıyorsunuz. Ben şuurum taalluk etmeden istihdam ediliyorum. Risaleler, Cenab-ı Hakk'ın bu zamanın ihtiyacına bir lütfu ve ihsanıdır’ derdi.
“Üstadımız bazen: ‘Bugün kaç sayfa okudunuz?’ derdi. Biz üç veya beş dediğimiz zaman, ‘Ben 200 sayfa okudum! Hem benim kalemim yok, çok ağır yazıyorum. Hem de sizin gibi gazete gibi okuyup geçmiyorum. Ben mânasını da anlayarak okuyorum. Hem de bakın ne kadar tashih ettim…’ (…) ‘Bugün imanım çok inkişaf etti’ derdi. Hayretler içinde bize gösterir, ‘Fe sübhanallah, bu eseri hiç görmemiş gibi istifade ettim!’ derdi.”
Çağımızı ve gelecek asırları tenvir edecek bu İlhâmat-ı Kur’aniye, Sünuhat-ı Kur’aniye, İstihracât-ı Kur’aniye, İstinbâtât-ı Kur’aniye ve Tefeyyüzat-ı Kur’aniye olan Risaleler işte böyle okunmalı ve ele alınmalıdır!..
Safvet Senih