KEMAL GÜLEN
İnsan bilmediğinin düşmanıdır, tanıdıkça sever. Sonbaharın kışa evirildiği bir cumartesi, atladığımız gibi arabaya şehir merkezinin yolunu tuttuk. Maksadımız şehrin kadim bölgesindeki kış hazırlıklarını görmekti. Sarı, yeşil ve kızılın bin tonu karşıladı bizi. Koca koca ağaçların mahzun bakışları arasında sokak sokak gezdik. Bazen ihtişamlı bir çınarın evlatlarına veda edişini yudumlamak için dakikalarca seyrettik. Yazın yeşile boğulan ev önü bahçeleri kışın bembeyaz olur burada, şimdi ise güz yapraklarıyla bize muhteşem bir renk harmonisi sunuyorlar. Hani bitmesini istemediğiniz bir lezzetin sonuna yaklaşırken duyulan ayrılık acısı vardır ya, işte bizdeki duygu da öyleydi. Hem yaz bitsin istemiyoruz hem de sonbaharın güzel yüzünü unutmamak için çaba sarf ediyoruz -bu çelişkiyi sadece biz mi yaşıyoruz- ve biliyoruz ki kış kapıda.
Kütüphaneler ve Topluluk Merkezleri Kanada için çok önemli. En küçük ilçede bile mutlaka derli toplu bir kütüphane bulabilirsiniz ve insanlar buraları ikinci evleri gibi görüyorlar. Oturma grupları var, internet ve günlük gazeteler hizmete amade, ayrıca istediğiniz kitabı alın okuyun eve götürün ve getirin.
Yola çıkışımızın bir sebebi de daha önce gidip de ziyaret edemediğimiz bir kitap-kafeyi incelemekti. Ottawa’nın böyle sıcak buluşma mekanlarına ihtiyacı var diye düşünüyoruz. İnsanların çoğu hiçbir ruhu olmayan, sadece susuzluğunu giderip karınlarını doyurdukları zincir kafelere gidiyor, mekânın ruhunun insan ruhuna ve bedenine etkisini unutarak.
Şehrin en popüler caddesinde yürüyoruz, bir kütüphanenin önünden geçtik. Pencereden genç-ihtiyar üç beş insanın tek kişilik masalarda dalıp gittiklerini görünce kütüphaneyi kastederek “insanlar neden bunun gibi free mekân varken, para verip buradan daha az konforlu kitap-kafe gibi ortamlara gitsin ki” diye sordum, dostum omuzlarını silkti “ben de bilmiyorum ama birazdan öğreneceğiz” dedi.
Aradığımız dükkân Bank Street üzerinde TD Stadyumunu havalimanına doğru geçtikten hemen sonra sol kol üzerine bir mekân. Dışardan pek ihtişamlı durmuyor, hatta logosu bile çok şey vadetmiyor. İçeride yirmiye yakın insan, ellerinden kitaplar, önlerinde çay-kahve dalıp gittiklerini görüyorsunuz. Çok yeni sayılmayan, eski denilmeyecek ölçekte bir ahşap kapıdan iki arkadaş adeta içeri süzüldük. Kahve kokusu ile ikinci el kitap kokusunun oluşturduğu mistik bir ambiyans bizi sahaf dünyasına taşıdı.
Misafirlerin oturduğu koltuk, sandalye ve masalar ikinci elden alınma, derme çatma eşyalar gibi göründü bize. Çok da konforlu sayılmazdı, ortada sıradan bir mutfak, insanlar ayaküstü bir şeyler alıyor ve boş buldukları bir şeye oturuyorlardı; tabure, sandalye veya koltuk; ne bulurlarsa artık. Kafe bölümü ile kütüphane iç içe, binlerce kitap, dergi, mecmua; Beyazıt’taki eski kitapçılar gibi, genzi hafiften yakan rutubet bizi daha içlere davet etti. Bir alt kat boydan boya ikinci el kitaplarla süslü. Ne pahalı ne ucuz; hem alış hem satış yapıyorlar hem de keyifli bir ortamda okuma imkanı buluyorlar. Yarım saat gezindikten sonra oturup bir kahve içmeye sandalye bulamayınca çıktık, bir de pencereden nasıl göründüğüne baktık. Bakış açısını değiştirince eşyanın mahiyeti de değişiyor çünkü. Ortam, ambiyans, alem veya zemin yani bize kendimizi iyi hissettiren bir mekân cazibenin sebebiymiş. Onları kendi iç dünyalarına yaptıkları yolculukta bırakıp içten ve sessiz bir veda ile kızıl yaprakların üzerine basa basa yürüdük. Kimsenin arkamızdan bize bakmadığından emindik.
Bir camekan bizi yerimize mıhladı adeta. Burası yüzlerce irili ufaklı taşların satışa sunulduğu ve içerideki sessizliğe ve düzene hayran kaldığımız bir hediye dükkânı. Bir Hint Gurusunun takipçileri olduğunu anladığımız çalışanların yüzündeki tebessüm asla ‘kasiyer gülümsemesi’ değildi. Mekânın duruluğu ve dinginliği doğal bir mahalle baskısı oluşturuyordu, sessiz konuşmak zorunda kalışımızı buna bağladık. Dostumun “şehir gezildikçe sevilir, ne hazineler gizliymiş haberimiz yok” yakınmasına hak vermeden edemedim.
Caddeyi karşıya geçtik; ertesi gün açılışını yapmak için hazırlık yapan bir çömlek yapım atölyesinin genç yöneticisi bizi kapının önünde karşıladı. İçeri girip Türkiyeli olduğumuzu söyleyince arkalardan gelen bir teyzenin gözlerindeki ışık bütün ortamı aydınlattı. Kısa ve etkili sohbetimiz Türkiye, İstanbul, Ankara, Kapadokya ve Türk mutfağı üzerineydi. Biz herkesin âşık olduğu bir ülkeden göçüp gelmiştik. Biz yaşamıştık, onlar sadece gezmişti; demek herkeste ayrı ve derin bir iz bırakıyordu Türkiye. Onların övgülerine mi sevinelim bizim gidemeyişimize mi üzülelim bilemedik.
Üç beş dükkân yukarıda, genç hanımların elinde, Kütahya çinileri kadar olmasa da renkten renge giren ve ruhları doyurup adeta yaraları tamir eden çini boyama atölyesinden içeri girdik. Herkes fırçaya boyaya bulanmıştı. Canlılık içinde bir sakinlik, hareket içinde bereket vardı bu boyama atölyesinde. Ayaküstü ne olup bittiğini anlamaya çalıştık bir selam da onlara çakıp ayrıldık. Mütebessim yüzler, dikkatli gözler ve duvarları süsleyen eserler.
Uber yaparken defalarca önünden geçtiğim, İstiklal Caddesi gibi işlek, Beyazıt gibi tarih kokan Bank Street’i hiç böyle ummuyordum. Caddenin başındaki eğlence mekanları yüzünden hüsn-ü zannım kırılmıştı bir kere; ta ki bu kısa güz gezisine kadar. Şehrin ruhunu anlamanın yolu şehri cadde ve sokaklarıyla tanımaktan geçiyormuş meğer.
Dostumla Downtown’ın bize sunduğu canlı bir resim müzesinin duvarlarını süsleyen ihtişamlı çerçeveler arasında adeta zıplaya zıplaya yol alırken kerahet vaktinin girdiğin fark ettik. Yakınlarda eski bir kilisenin bir Müslüman vakıf tarafından satın alındığını duymuştuk. Haritalardan yerini tespit edip gecikmiş ikindilerimizi kılmak için eski kilise, yeni mescidi bulduk. Kapısı kapalı olduğundan ceketleri yere serip bahçesinde namazı eda ettikten sonra gün batımının her şeyi eşitlemeye ve bütün renkleri siyaha boyamaya başladığı dakikalarda direksiyonu yeni muhacir bir arkadaşımızın işlettiği Türk işi lahmacun ve pide salonuna kırdık. Az önceki caddede bize göz kırpan birçok restoran vardı ama bizim damağımızda da anavatandan Antep işi pidenin lezzeti kalmıştı. Gezmek neyse de yemek için mutfağımızı değiştiremezdik. Daha o kadar gelişmedik.
Ruhuna sızmaya çalıştığımız şehir bize yaşadığımız yeri sevmek konusunda önemli ipuçları vermişti. Tanımak sevebilmenin ilk adımıydı, tanıdıkça şehir ile de tıpkı insan gibi dost olabiliyor, hatta başarabilirsen derdini dinleyip, dert anlatabiliyorsun; onu gördük. Bize iyi geldi.