Abdullah Aymaz / samanyoluhaber.com
Kevser çağıltıları duygusu
Hocaefendi Kur’an yazısını devamla: “O (Kur’an), bir hamlede en kuytu yerlere bile sesini duyurmuş ve şerare yapan bütün uğursuz hırıltıları bastırmış… Ön yargılı olmayan her düşüncede KEVSER çağıltıları duygusu uyarmış… Ve fethettiği sinelerde hicran ateşlerini söndürerek, bütün ruhlarda vuslat (kavuşma) arzu ve ümidini coşturmuştur. Sopsoğuk tabiatlar O’nunla hararetlenmiş, ebed (sonsuzluk) arzusuyla yanıp tutuşan gönüller de O’nunla serinlemişlerdir.”
Üstad Hazretleri diyor ki: “Kur’an’ın tecellisiyle çok neviler silindi, hakikatler yıkıldı; onlara beden yeni yeni neviler, hakikatlar teşekkül etti. Evet, câhiliyet dönemine bak; o zamanda bütün neviler MİLLÎ RABITALAR üzerine teşekkül ettiği gibi, ictimaî hakikatler de kavmî, ırkî taassuplar üzerine binâ edilmişti. Kur’an’ın tecellisiyle o râbıtalar kesildi, o hakikatler tahrip edildi. Onlara bedel dînî râbıtalar üzerine yeni neviler ve hakikatler ortaya konuldu. Evet, Kur’an Güneşinin doğuşuyla, bazı kalbler onun ziyasıyla nurlandı. Müminleri seçkin hale getiren nurânî bir hakikat meydana geldi. Aynı şekilde, o keskin ziya karşısında mezbeleye benzeyen bazı pis kalbler de yanıp kömür oldular.” (İşârâtü’l-İ’caz)
Hocaefendi devamla “Her yeninin eskiyip partallaştığı, her tazenin sararıp renk attığı şu fâni dünyada, her zaman rengârenk ve taptaze kalabilen bir şey varsa, o da Kur’an’dır. Evet O, indiği günden beri, onca muhalif rüzgara, beklenmedik soğuğa, buza ve vakitsiz yağan kara, yer yer sertleşen atmosfere, değişen şartlara rağmen hep orijinalliğini koruyup hep semavî kalabilmiş tek kitaptır. Bundan dolayıdır ki, Kur’an, ne zaman kendi lisanı ile heyecan köpüren sinelerden yükseliverse, ruhlarımızda âdetâ semadan henüz inmiş bir İlahî sofra ve Cennet’ten gelmiş bir demet turfanda hurma hissini uyarır; ne zaman O, özündeki cevherleri etrafa saçsa, inanmış gönülleri bütün dünyevî servetlere karşı istiğna ufkuna yükseltir. Kur’an, İlâhî sözlerden nazmedilmiş bir beyan gerdanlığı, ilim feyezanlı beşer idrakinin son durağı ve lâhûtî ibrişimlerden örülmüş bütün varlığın haritasını resmeden incelerden ince bir danteladır. O’nun sesinin duyulduğu bucaklarda söz şeklindeki bütün ifadeler birer hırıltıya dönüşür; O’nun bayrağının dalgalandığı burçlarda inananların ruhlarına ışık, şeytanların başlarına da taşlar yağar ve oralarda ruhânîler iç içe şehrâyinler yaşarlar.”
Bir söz mucizesi olan Kur’an, zaman ihtiyarladıkça, o gençleşiyor, remizli, rumuzlu, imâlı işaretlerini daha açık anlaşılır hale geliyor.
deta kendisini Kur’an’da hata ve kusur bulmaya adayan bir oryantalist seneler önce bir dersinde Ve’-Duhâ’yı okuyor ve gözlerinden yaşlar geliyor: “Burada, ilahî bir güzellik var be!” diye hayret ve hayranlığını dile getiriyor. Ölmeden iki sene önce de bir lokantada coşarak bağıra bağıra bütün hayranlığı ile de “İzâ zülzileti’l-ardu zilzâlehâ…” diye başlayıp surenin sonuna kadar o yüksek sesle okumasına devam ediyordu! İşte bu Kur’an’ın kendi sesi ve mucizesi!..
Hocaefendi devamla: “Kudreti Sonsuz, iki cihan mutluluğu, Kur’an’ın kılavuzluğuna, bağlamıştır. O’nun rehberliğine baş vurulmadan katiyen hedefe ulaşılmaz; O’nun vesayetine sığınmayan yolcular da dökülür, yollarda kalırlar. Arkasına aldıklarını, şaşırtmadan, yanıltmadan maksada ulaştıran en son, en kâmil söz O’dur… Her zaman, herkes tarafından gayet kolaylıkla tilâvet edilip okunduğu halde, söylenmesi imkansız olan da yine O’dur. O’nu kendi derinliklerinde sinelerinde duyanlar, duyulması gereken her şeyi duyup hissetmiş olurlar. O’nu tam tadıp zevk edenler de, birer ARŞ-I RAHMAN sayılırlar. Ve onların sesleri her zaman, meleklerin solukları ile iç içedir.”
Üstad Bediüzzaman Hazretleri Hutbe-i Şâmiye isimli eserinde şöyle diyor: “Rus’u mağlup eden Japon Başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şâhitliği de şudur ki: ‘İslamiyet hakikatının kuvveti nisbetinde Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslam medenileşip yükseldiğini tarih gösteriyor. Ehl-i İslamın Hakikat-ı İslamiyetde zaafiyeti nisbetinde geriliğe vahşîliğe düştüklerini ve herc ü merc içinde belâlara, mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Diğer dinler bunun aksinedir. Yani bağlılıklarının ve taassuplarının zayıflığı nisbetinde medenileşip yükseldikleri gibi, dinlerine bağlılıklarının ve taassuplarının kuvveti derecesinde de gerileşip ihtilallere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor. Şimdiye kadar zaman böyle geçmiş.
“Hem Asr-ı Saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor ki, bir Müslümanın aklî muhâkeme ile kesin yakînî delil ile İslamiyete tercih etmekle eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor. Avam halkın delilsiz, taklîdî bir surette başka dine girmesinin bu meselede ehemmiyeti yok. Dinsiz olmak da başka bir meseledir. Halbuki bütün dinlerin tâbileri ve mensupları ise, -hatta en ziyade dinine taassup gösteren İngilizlerin ve eski Rusların aklî muhâkeme ile İslamiyete dâhil olduklarını ve günden güne, bazı zaman takım takım kat’î bürhan ile İslamiyete girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar.
“Eğer biz İslamî ahlâkın ve imanî hakikatların kemâlâtını fiillerimizle izhâr etsek, diğer dinlerin tâbîleri, elbette cemaatlerle İslamiyete girecekler. Belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyete girecekler…” (Hutbe-i Şamiye)