MEHMET ALİ ŞENGÜL - SAMANYOLUHABER.COM
Her şeyden evvel insan olarak yaratıldığımızın kıymetini bilemedik. Allah (cc) bizi, ayaklar altında çiğnenen bir karınca, bir solucan, dağlardaki vahşî hayvanlardan biri olarak yaratabilirdi. Yaratılan varlıkların en mükemmeli, en güzeli olduğumuzun ne kadar farkındayız? Bilemiyorum.
Tin Sûresi 4.âyette; “Biz insanı en mükemmel sûrette yarattık” buyrulmaktadır. Para ile alınması, satılması mümkün olmayan hârika uzuv ve latifelere sâhip olan insan, öyle kıymetli cihazlarla donatılmıştır ki; kalb, akıl, beyin, sinir sistemi, el ayak, göz kulak, kaştan dişlere kadar maddî mânevî bütün duygu ve uzuvlarını, ücretsiz olarak kendisine emânet eden Sâni-i Muhteşem’e ne ölçüde itaat ediyor, bu emânetleri nerede ve nasıl kullanıyor? Derin bir muhâsebe şuuru içinde görmek gerekiyor.
5.âyette de; “Sonra da (akıl ve irâdesini suistimalden dolayı) onu en aşağı derekeye düşürdük” gerçeğini, hakîkatini görmekteyiz.
Görülüyor ki; fizikî yapısı ile insan görünümlü öyle insanlar vardır ki; mahlûkâtı utandıracak, ‘Belhüm edal’ (7/179) tokatına müstehak olacak karakterde olduklarını ve insan olan insanı mahçup edecek tavırlar sergilediklerini görüyoruz.
6.âyette ise; “Ancak îman edip güzel ve makbul işler yapanlar müstesnâdır...” buyrulmaktadır.
Bütün uzuvlar sağlıklı iken onların kıymeti gerçek mânâda bilinmediği muhakkak.. Meselâ; ayaklar vücûdu taşıdığı müddet onun kıymeti bilinmiyor. Ne zaman, -Allah vermesin- bir trafik kazası veya hastalıktan dolayı, insanın kangıran olmuş bir ayağı kesilse, o zaman farkına varılıyor, ayak ne kadar kıymetli imiş.
İnsan, bu mülâhaza ile gözüne, kulağına, akıl ve irâdesine, sinir sistemi ve kan dolaşımına bakabilse, paha biçilmez kıymet ve değerlere sâhip olduğunu görür ve bunları ücretsiz kendisine emânet eden Allah'a teşekkürde bulunur.
Cenâb-ı Hak, bugün insanın sorumsuzca kullandığı bu uzuvlarının, duygu ve düşüncelerinin kıymetini hatırlatmak için, ayağı olmayan, gözü görmeyen insanları, akıldan mahrum mecnunları, ders-i ibret olarak beşerin nazarına arzediyor. Fakat onlar bunların kıymetini ne kadar takdir edip ibret alıyorlar? Düşünülmesi gerekiyor.
Ömrünün yarısını felçli, büyük küçük abdestini torba ile taşıyan, Allah'a tevekkül ve teslimiyeti tam, hiç şikâyette bulunmayan; ‘ya Allah (cc), aklımı alıp beni mecnun, deli yapsaydı’ deyip hâline şükreden bir dostum var. O hâliyle bile, yaz aylarında elden kumandalı arabası ile hizmet etme gayreti takdire şâyandır.
İmkan nisbetinde ziyâretini, hal hatır sormayı aksatmamaya çalıştığım, Allah ve Resûlüllah âşığı bu mü'min, bir gün yine ziyâretine gittiğimde bana şu soruyu sordu:
-‘Hocam, sokağa çıkınca ne görüyorsun?’ Ben de;
-‘Evler, insanlar, ağaçlar! Ne varsa onları görüyorum’ deyince, bu kardeşimiz dedi ki;
-‘Ben ise, nerde benim gibiler varsa onları görüyorum, sağlıklı insanlar onları çok görmezler.’ Bu sözleriyle bir gerçeği bana hatırlatmıştı. Yukarıda anlatmaya çalıştığım bütün değerlerin kıymetini, sorumluluk ve mes’uliyetimizi hatırlatan ifâdelerde bulunmuştu. Evet, bakmak başka görmek başkadır. Her bakan insan, gerçekleri göremiyor.
İnsanın değerini bilmediği öyle bir cevher daha vardır ki, o da îmandır. Allah'a inanmanın, O'na itaat etmenin insana kazandırdığı güzelliklerin, âhirete âit kazançların, huzur, güven ve emniyetin kıymetini bize öğreten, dünya ve âhiret mutluluğunun, yol emniyetinin kapısını açan ve rehberliğini yapan îmanımızdır.
Îmânın tadını duymanın üç şartı vardır:
1- Allah ve Rasûlüllah’ı her şeyin üstünde sevmek.
2- Îmana erdikten sonra küfre girmeyi, ateşe atılmaktan daha kerih görmek. ‘Her günahta küfre giden bir yol vardır.’ Küfürden, îmansız gitmekten ürperip korkmak lazımdır.
3- Allah için sevmek, Allah için buğz etmek. Kâfire buğz etmek, küfür sıfatından ve küfr-ü inâdîden dolayıdır.
Allah Rasûlü’nün (sav) peygamberliği sâdece inananlara değil, insanlara ve yaratılan bütün varlıklaradır. Vazîfesi, cin ve insanlara tebliğ olduğundan yer yer karşılaştığı insanlara hakîkatleri duyurup tebliğ ediyordu.
Nitekim Necran Hiristiyanlarını Mescid-i Nebevî’de misafir ediyor, İslâm’ın güzelliklerini gösterebilmek için ibâdet etmelerine bile izin veriyor. Neticede daha sonra onların Müslüman olduklarını görüyoruz.
Fert, âile, toplum ve içtimâi yapının sağlıklı olması için îman erkânının, İslâmî şuurun kalp ve gönüllere sağlam bir şekilde nakşedilmesi gerekir. Çünkü o varsa, her şey var. O yoksa, hiçbir şey yoktur. Unutulmamalıdır ki, saâdet-i ebediyenin anahtarı îmandır.
İnsan için îmandan sonra iki sıfat vardır ki, çok önemlidir. Biri tesânüd, diğeri de sıdktır. İçtimâi hayâtın kayyûmu, sıdk- doğruluktur. Müslüman doğru olacaktır. Peygamber Efendimiz (sav) kendisinden nasihat isteyen bir Sahâbe’ye; ‘İman et, sonra dosdoğru ol!’ buyurdular. (Müslim)
Tesânüd de, uhuvvet-i İslâmiyeyi temsil ediyor. Vücudumuzdaki uzuvlar birbirinden farklı ama, hepsi bir rûhun âzâsı, rûhun tekmiline kuvvet veriyor. Öyle ise, huzurun, güvenin, dünyâ barışının ve muhabbetin tesisi, cemiyetin maddî mânevî bekâsı için, evvelâ kuvvetli îmâna, ubûdiyetimizin kabûlü için ihlâsa, tesânüde, sıdk ve sadâkate ihtiyaç vardır.
Fussilet Sûresi 30.âyette, “ ‘Rabbimiz Allah'dır’ deyip sonra da istikâmet üzere, doğru yolda yürüyenler yok mu? İşte onların yanına melekler inip: ‘hiç endişe etmeyin, hiç üzülmeyin ve size vâdedilen cennetle sevinin!’ derler.” buyrulmaktadır.
"Düzeltilmiş olan ülkeyi ifsat etmeyin! Hem endişe hem de ümitle O'na yalvarın. Muhakkak ki, Allah'ın Rahmeti iyi kimselere yakındır.” (Âraf Sûresi, 56)
İnsanın, kıymetini bilemediği diğer başka değerler de, kardeşlik, vahdet-i rûhiye, birlik ve berâberliktir. Nice insanlarYüce Mevlâ'nın Hucûrat sûresi 10.âyetteki, "Mü’minler kardeştir" emrine muhâlefet ederek, kabirle sona erecek dünyânın basit şeylerine takılmaktadırlar.
Yardım etmenin, şefkatle muâmelenin, Allah için sevmenin, birlik ve berâberlik içinde, hayâtı acı ve tatlısı ile paylaşmanın insana kazandırdığı güzellikleri görememesi, vahdet-i rûhiyenin insana kazandırdığı kıymeti bilememesi, hak yolda koşarken engellere takılıp kalması acınacak bir tablodur.
“Ehâdis-i Şerife’de gelmiş ki:
‘Âhirzamânda Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırra, İslâm’ın ve beşerin hırs ve şikâkından istifâde ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri hercümerc eder ve koca âlem-i İslâm’ı esâret altına alır.’ (Müslim, İbn-i Mace, Ahmed bin Hanbel)
Ey ehl-i îman! Zillet içinde esâret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifâde eden zâlimlere karşı, ‘Mü’minler sâdece kardeştirler’ (Hucûrat,10) kal'a-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa, ne hayâtınızı muhâfaza ve ne de hukûkunuzu müdafâ edebilirsiniz...
İşte, ey ehl-i îman! İhtiraslarınızdan ve husûmetkârâne tarafgirliklerinizden, kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayât-ı içtimâiye ile alâkanız varsa, “Mü’minler, bir duvarın birbirlerini destekleyen tuğlaları gibidirler.” (Buhari, Müslim) düstur-u âliyeyi, düstur-u hayat yapınız; sefâlet-i dünyevîden ve şekâvet-i uhreviyeden kurtulunuz.” (Mektûbat)
“Kardeşlerimden ricâ ederim ki, sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desîselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan, arkadaşlardan sudûr eden fenâ ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve ‘haysiyetime dokundu’ demesinler. Ben o fenâ sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın, bin haysiyetim olsa, kardeşlerimin mâbeynindeki muhabbete ve samîmiyete fedâ ederim.“(Lem’alar)
İnsanın kıymetini bilemediği bir değer de, hürriyetdir. İnsanın gerçek hürriyeti, mülkün hakîki sâhibi Allah'a teslimiyetidir. Yoksa başta nefis, her şeyin esîri olmaya namzettir. İnsan, îmânının gücü ve nefsin esâretinden kurtulduğu ölçüde hürdür.
Dünyâ'da hapisteyiz. Allah'a kullukla esâretten kurtulup, gerçek hürriyete o zaman kavuşacağız. Nefsin arzuları ve evhamlar bizi yeniyor. Kalb ve zihnimizi olumsuz şeylerden kurtarıp, müsbet şeyler yerleştirmeliyiz. Unutmamalı ki, nefis bir ejderhadır. Her fırsatta bizi mahvetmek, parçalamak ister.
Bâzen sıkıntılar, bize bir hediyedir. İnsan, ruh dünyasını ihyâ ve inşâ etme gayreti içinde olmalıdır. Rûhun ihyâsı, salih amelle elde edilir. Beslenme ve ihyâ kaynağı, Kur'an ve Sünnet-i Seniyye’dir. Önemli olan, Allah'ın insanda yarattığı potansiyeli keşfedip, onu en isâbetli bir şekilde kullanabilmektir.