Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Dumanlı, hizmet hareketine yönelik iftira kampanyası ve baskılara atıfta bulunarak Mevlana Celaleddin-i Rumi ve Mevlana Halid-i Bağdadi'nin hayatını bugünkü köşesine taşıdı. Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretlerinin hayat hikayesi, günümüzde yaşananlarla oldukça ilginç bir benzerlik gösteriyor. Samanyoluhaber.com yazarlarından Eyüp Ensar Uğur, 22 Aralık'ta yazdığı yazıda muhterem zatın hayatını incelemiş ve bu kadar da olmaz dedirtecek benzerlikleri köşesine taşımıştı.
Şimdi o yazıyı tekrar sizlerin istifadesine sunarken eminiz siz de 'bu kadar da benzerlik olmaz' diyecek, her devirde Hak dostlarının yaşadıkları çileli hayatları bir kez daha görme imkanı bulacaksınız.
İşte 'İki asır evvel de cemaate baskılar yapılmıştı' başlıklı o yazı...
***
Tarihe felsefik açıdan bakan İbn-i Haldun, günümüzde olan geçmişte de olmuştur der. Ona göre, kahramanları dışında yaşananlar koşullarına göre hep benzerlikler taşır. Çünkü tarih insanla oluşmuştur; onun doğasında bulunan zaaf, hırs, ihtiras ve diğer duygular her dönemin insanında mevcuttur.
200 yıl önce ortaya çıkan yeni bir hareket
19. yüzyıl başlarında materyalizmin te’siri ve sosyal bunalımlardan kaynaklanan sebeplerle Osmanlı Dünyasında ehli sünnet inancı ve mânevî duygular zayıflamaya başlamıştı. Menfî cereyanlar hayatın her alanında kendisini hissettiriyordu.
Bağdat’ta ikamet eden Mevlânâ Hâlid Hazretleri, böyle bir mevsimde vazîfe almış bulunan müstesna büyük bir alim ve mürşiddir. Onun önderliğinde o dönem İslam dünyasına canlılık kazandıran yeni bir inanç hareketi başlamıştı.
Dört bir yandan insanlar Bağdat’a gelip, Nakşibendi tarikatının yeni bir yorumu sayılan bu ekolün piri Mevlana Halid’e intisap ediyor, talebeleri de Asya’dan Kafkasya’ya, Anadolu’ya ve Afrika’ya irşad vazifesiyle hicret ediyordu.
Kalp ehli tarafından “Nefha-i İlahiye” ile tarifle yollarına su serpilen bu cemaatin, temsil ettiği değerler çok kısa sürede geniş bir coğrafyadaki insanları celbetti.
Mevlana Halidi Bağdadi hazretleri talebelerine ve sevenlerine sürekli, dünyevi arzulara karşı nefis terbiyesi yaparak iyi birer âbid olmalarını tavsiye ediyordu.
1818’de Mevlana Hâlid talebelerini İstanbul’a gönderiyordu, Halifesi Muhammed Salih’e başkentte açacakları dergâh için devlet ve adamlarından maaş ve bağış talep etmemelerini, onların peşinde bulunmamayı, dünya ehli ve idarecilerin yaptıkları gibi dünya malı toplamaya dalmamalarını yani irşada zarar verecek her türlü faaliyetten ve görüntüden uzak durmalarını nasihat etti.
Osmanlı Devletinin o dönemki durumu ve Padişah II. Mahmud
İki asır önce Osmanlının sahip olduğu geniş coğrafyada insanlar siyasi, sosyal ve ekonomik sebeplerden dolayı son derece huzursuzluk içerisindeydi.
Dönem Sultan II. Mahmud zamanıydı. Cezayir’den, Kafkasya’ya, Romanya’dan Hind Okyanusuna uzanan Osmanlı, iç ve dış problemlerle boğuşuyordu.
Bir yanda Sırp ve Yunan isyanı bulunduğu bölgeyi ateş içerisinde tutuyor, beri taraftan ülke Rusya, İngiltere ve Fransa’nın sürekli tehdit ve tacizlerine maruz kalıyordu. Yirmi yıldır Mekke, Medine Vahhabilerin işgali altında olup Hâc bile yapılamıyordu.
Osmanlı’nın her zor durumundan istifade etmiş olan İran, Doğu Anadolu’nun bir kısmını ele geçirmişti. Devlet-i Âli’nin bu kadarla iktifa ettiğimiz dış endeksli problemlerinin yanında içeride de büyük problemleri vardı.
Balkanlar’da ve Anadolu’da büyük toprak sahibi âyanların, derebeyleri gibi kendi başlarına hareket etmeleri devlet otoritesini sarsmıştı. Bunlar halktan zorla ağır vergiler topladığından toplumun huzursuzluğu had safhadaydı.
Bütün bu dertlerin yanında her türlü yeniliği aleyhlerinde görüp devletin gelişmesine mani olan, eli silahlı yeniçeriler başkentte çeteler oluşturmuş, esnaf ve halka korku saçıyorlardı.
II. Mahmud kararlı ve dirayetli bir padişahtı. Bahsi geçen asırlık problemleri çözmek için ciddi adımlar attı. İç politikada önce âyanları sert tediplerle yola getirdi. Akabinde iki asra yakındır birçok teşebbüse rağmen kaldırılamayan Yeniçerilik Ocağı’nı şiddetli çatışmalar sonucu tarihe gömdü.
Ülke yönetiminin iplerini tamamen eline alan padişah, çağın gerisinde kalmış devlet kurumlarını, siyasi, eğitim ve askeri alanlarında kurduğu modern kurumlarla değiştirdi. Sultan; şeklî uygulamalardan temel dinamiklere kadar Osmanlı’yı tabiri caizse bambaşka bir devlete dönüştürmüştü. Ancak devleti tekrar âli seviyeye yükseltme adına radikal kararlara imza atmış olan II. Mahmud, ülkeyi içte ve dışta çıkmazlara sokan kararların da sahibi oldu.
Birbirine tezat olan uygulamaların sık yaşandığı dönemin lideri hakkında bakın bir tarihçi ne diyor:
“Bu devri anlamak için her şeyden önce II. Mahmud’u fikir, karakter, şahsiyet ve kabiliyet bakımından anlamak gerekir. Bu ise son derece zor bir iştir. Çünkü çok kritik ve karışık bir devirde padişah olan II. Mahmud, belki de içinde bulunduğu şartların ve karşı karşıya kaldığı problemlerin ağırlığı veya çözümsüzlüğü sonucu anlaşılması güç bir hükümdardır.
Hayatı yakından tetkik edilir ve yaptığı işlere objektif bakılırsa görülecektir ki; Mahmud Han, bir yerde despot bir idareci, başka bir yerde samimi bir reformcudur; bir yerde çok kaprisli, güvenilmez ve vasat bir insan, başka bir yerde vizyon sahibi bir liderdir; bir yerde öfkesine mağlup olan, kaybedeceği mutlak olan savaşlara bile düşünmeden girebilen ve olmayacak kararlara gözünü kırpmadan “evet” diyebilen despotik bir hükümdar, başka bir yerde devletini korumak için kararlılığını ortaya koymaktan çekinmeyen büyük bir devlet adamı. Bütün bunlardan dolayı ona bazıları “gavur veya despot padişah” derken bazıları da “Mahmud-u adlî demişlerdir.”*
Yunanlılar 1821 yılında dış faktörlerin de katkısıyla Mora’da bir isyana kalkışmıştı. Bu duruma bir hayli öfkelen Sultan, isyanda payı olduğu düşüncesiyle sorgulanıp suçlu bulunan Rumların Fener Baş Patriği’ni kilisenin kapısında astırıp cenazeyi günlerce o halde ibret için bekletti. Bu öfkeden birçok şehrin patriği de payını aldı. Liderleri gibi onlar da bulundukları şehirlerde idam edildiler.
Hassas konjoktüre aldırmayan Sultanın bu sert tavrı, isyana uzak duranları dahi olumsuz etkiledi. Nüfusun %25’i Rum olan başkentte dahil olmak üzere Osmanlı ülkesinin birçok yerinden önemli sayıda Rum isyana fiilen katıldı. Birçok zengin ve elit tabakadan Rumlar da çeşitli yollarla isyana önemli katkıda bulundular. Güçlü ilişkileri sayesinde abartarak aktardıkları haberler Avrupa medyasında geniş yer buldu. Bütün bunlar Avrupa kamuoyunun infialine sebep oldu, birçok Avrupalı gönüllü olarak yunanlıların safında savaşmaya Mora’ya geldi. Ve nihayetinde dünyanın en güçlü üç devleti İngiltere, Fransa ve Rusya tarihlerinde ilk defa birlikte hareket ederek Osmanlı’ya saldırıp donanmasını yok ettiler ve bu olayın sebep olduğu Rusya savaşı’nın hezimetiyle Edirne’nin dahi işgal edilmesi Yunanistan’a bağımsızlık yolunu açtı.
Osmanlı Devleti’nin yaşadığı bu zor durumdan istifade eden Fransa, Barbaros Hayrettin’in Osmanlı’ya hediyesi olan Cezayir’i pervasızca işgal etti.
Bu olayların doğurduğu bir başka sorun da yardım gönderen Mısır Valisi’nin isyanıydı. Bu isyanda valilik ordusu, devlet ordusunu üç defa hezimete uğratıp Osmanlı ismini tarih sahnesinden silecek noktaya getirdi.
Osmanlı Devleti o dönemde, tarihinde hiç olmadığı kadar büyük problemler yaşadı. Buna sebep olarak dış faktörlerin yanında yönetimin bariz politika hatalarını da görmek gerekir. Sonrası düşünülmeden alınan hızlı kararlar biri bitmeden başka sorunlara kapı açtı.
Peki devleti felakete götüren iç ve dış politika kararlarını Padişah tek başına mı almıştı?
Son derece otoriter bir hükümdar olan Sultan Mahmud’un verdiği kararı, etrafında değiştirebilecek bir kudret yoktu. Ancak verdiği kararlarda etkisi olan yakın çevresinden bazı aktörlerden bahsedilir. Özellikle bir dönem en önemli müşaviri konumundaki Said Halet Efendi gibi.
Otoriter Hükümdar’ın Danışmanı
Padişah gibi Mevlevi olan Said Halet Efendi, meşrebinin avantajı ve zekasıyla kendini sultana kabul ettirmişti. O, 1815-1823 yılları arasında devletin önemli kararlarında padişahın en yakınındaki isimlerden biriydi. Sultanla baş başa sohbet eden, dertleşen yakın dostuydu.(1)
Elimizde bulunan anekdotlara bakılırsa mûhteris ve hâsid bir kişiliğe sahip olan Halet Efendi’den Sadrazam ve vezirler dahi çekinirdi. Sadece dokuz gün sadrazamlık yapan Benderli Ali Paşa’nın idam edilmesine birçok neden öne sürülür. Bilinen ise Sadrazamın makamına oturur oturmaz Halet Efendi’ye tavır almasıydı.(2)
Menfi yönlendirme ve tavsiyelerin kişilerin hayatına mâl olmasının yanı sıra ülkenin iç ve dış politikasına çok olumsuz tesirleri oldu.
Bunlardan en dikkat çekeni, Yanya Valisi Tepedenli Ali Paşa’nın görevden alınmasıdır. Ülkenin zor günler geçirdiği bir dönemde alınan bu karar, Halet Efendi tarafından Padişahın evhamı tahrik edilerek verdirilmişti. Ali Paşa, Yunan isyanını kolayca bastırabilecek güçteydi ama beklenmedik karar onun isyanına sebep oldu. Bu durumdan istifade eden Yunanlılar ayaklandı.
Halidilerin İstanbul’daki ilk faaliyetleri
Osmanlının içte ve dışta buhranlar yaşadığı o günlerde, Mevlana Halid’in Bağdat’tan gönderdiği talebeleri asırlık tarikat ve cemaatlerin bulunduğu İstanbul’da bir dergâh açmıştı.
Mevlana Halid’in eğitim ve tasavvuf anlayışı; sosyal tabanının bariz vasfı olarak beliren yüksek seviyedeki ulemaya hitap etmiş, akabinde ise birçok devlet adamının ruhlarını ve gönüllerini fethetmişti. Kısa bir sürede İstanbul’da birçok müessese açmaya muvaffak olup, halkın ilgi alakasıyla da nice tarikati gölgede bırakmışlardı.
Halidiler, İslam Dünyasındaki huzurun Devlet-i Âli’nin varlığının devam etmesinde saklı olduğunu ifade ederlerdi. Asker sayısının yetersiz kaldığı Yunan isyanı sırasında, vaazlarında halkı cihada teşvik edip devlete yardımcı olmuşlardı.(3)
Statüsünün devamı için her türlü yeniliği engelleyen, ihtilallerde başrolde yer alan Yeniçeri Ocağının kaldırılması sürecine halkı motive ederek manevi destek verdiler.
Halidiler, sadece başkentte değil etkili olduğu Kuzey Irak, Doğu Anadolu ve İran’ın kuzeybatısındaki halkın siyasi, sosyal ve ekonomik sorunlarının çözümüne olumlu katkılar sağladılar. Tesir ettikleri ve cihad alanında ön plana çıktıkları bir başka bölge de Kuzey Kafkasya’ydı. Burada Rus yayılmacılığına karşı halkın direnişini organize ettiler. (Sonraki dönemlerde Şeyh Şamil örn. gibi)
Halidilere açılan beklenmedik soruşturma
Meşrep ve metot farklılığı, benzer hedefleri olan insanoğlunun bir imtihanıdır. Devletin bekası için sosyal hayata yaptıkları katkılara rağmen Halidiler herkesi memnun edemedi. Hatta denebilir ki sağladıkları faydayla devlet ve halk nezdinde itibar kazanmış olmaları kimi kesimin kıskançlığına ve hased etmesine yeterli sebepti.
Kimi kesim ve kişiler tarafından Halidiler, önce mülki amirlere oradan da saraya, en ufak hadiseler dahi büyütülerek şikayet edilmeye başlandı.
Halidilerin, “Hatmi Hacegân” denilen kendilerine has zikri esnasında, mescidin kapılarını kapatıp kendilerinden başkasını almamaları nedeniyle, bunların "dinde yeni uygulamalar çıkaran fâsıklar olduklarına" dair iddialar devletin Halidilerden açıklama istemesine sebep oldu.(4)
Eleştirilerin dini ve imani sebeplerden dolayı olduğu iddia edilse de kaynağında kıskançlık, hased ve zân vardı. Takdir Edenin ayetleriyle, lütuflar takdim edilmişleri eleştiriyorlardı.
Diğer bir ilginç nokta da aynı tarikatten oldukları Nakşibendiliğin Müceddidiye** mensupları tarafından dahi sık eleştirilmeleriydi.
Bu da tarih boyunca yaşanmış olan öncülerin ardıllarla olan imtihanıydı. Zira farklı bir yorum ve metod, değişmiş şartlar göz önüne alınarak yapılsa dahi, çoğu zaman eski şablonun savunucuları tarafından tepkiyle karşılanmıştır.
Mevlana Halidi Bağdadî kendisine ulaşan tepkiler üzerine, müspet hareket etme prensibi gereği İstanbul halifesini değiştirip yeni bir halife tayin etti.
Halidilerin sorunları bu değişimle tabi ki bitmedi. Birçok sufi kesim ve topluluk, Halidileri sözlü ve yazılı hedef almaya devam etti. Özellikle Baş Müşavir Halet Efendi boş durmayıp Halidiler konusunda padişaha sürekli telkinler verip, onlara karşı temkinli olmasını tavsiye ediyordu.
Her tarafta hızla kök salan bu hareketin ileride devletin başına iş açabileceğini söyleyerek sultana birçok ihbar mektubu sundu.
Padişaha iletilen iddialardan biri hattı Hümayunda şu şekilde yer almıştır: “Şeyh Hâlid ve halifelerinin amacının “fesad”tan ibaret olduğu bilinse de pek çok kişi bunların görünüşlerine aldandıklarından fesad tohumlarını ortaya çıkarmak için fırsat aramaktadırlar. Hatta araştırmaya göre ileride mehdilik davasına teşebbüs edebilecekleri anlaşılmıştır...” (5)
Nihayet 1822 yılında II. Mahmud Han, Bağdat Valiliği’nden Mevlana Halidi hakkında soruşturma yapılmasını emretti. Bunun üzerine tarikatın merkezi olan dergâhta sıkı bir kontrol ve tahkikat yapıldı.
Devletin bu tavrına üzülen Halidi Bağdadi Hz.leri, has talebeleriyle Bağdat'ı terk edip Şam'a yerleşti.Bağdat Valisi Davut Paşa ise incelemeler sonrası İstanbul'a şöyle bir rapor gönderdi:
"Mevlâna Halid'in gayesi Sünnet-i Seniyeyi ihya ve talebelerini irşad etmektir. Onun tavır ve hizmetlerinden anlaşıldığına göre, dünyaya kat'iyyen temayülü yoktur. Mevlâna siyasetten itina ile kaçınmaktadır. Hattâ, Mevlâna Halid'in hiçbir zaman devlet işlerine karışmayacağını da taahhüd ederim."
Hasîd danışmanın acı sonu
Mevlana Halidi Hz.lerinin uzlaşmacı kimliğine rağmen özellikle Halet Efendi’nin sebep olduğu menfi yaklaşım, Hazrete bağlı olanların gözünden kaçmıyor ama bu durumu sinelerine atıyorlardı.
Halidiler, bitmeyen akıl almaz ithamlardan ve sürekli devlet takibatından bunalmışlardı, sonunda hocalarından Halet Efendi'ye beddua etmesini isterler. O ise bunu yapmayacağını söyler ve "biz onu pirine havale ettik" der. Ve 1823 yılında Padişahın mahrem dostu, aynı meşrebin yolcusu, sadrazam ve vezirlerin dahi kendisinden çekindiği Halet Efendi gözden düştü.
Tarihçiler buna sebep olarak müşavirinin tavsiyesiyle yapılan uygulamaların aksi sonuçlarını padişahın artık görüp kabul etmek zorunda kalmasıdır der.
Halet Efendi önce Mevlana Celaleddin’in hz.lerinin beldesi Konya’ya sürülür. Böylece onun gazabından çekinen devlet adamları ve saray personeli, sâbık müşavirin yokluğunda yaptığı işler hakkında padişaha ihbarlarda bulundular.
Yıllarca birçok mahfilde, diz dize sohbet edip kader dostu kabul ettiği kişi hakkında, anlatılanlar Padişahı hayrete düşürmüştü. Yaptırdığı soruşturmalar sonucunda iyice hiddetlenen Padişah, Halet Efendi’yi sürgün ettiği Konya’da idam ettirdi.
Halidilerin yeni inkişafları ve bitmeyen baskı
Halidiler kendilerine karşı yapılan her operasyondan daha da büyüyerek çıkıyorlardı. Bu arada Halidilerin yeni merkezi İslam dünyasının diğer bir önemli şehri Şam’dı.
Şam’a gelmeleriyle birlikte ulema çevresi ve ilim altyapısının güçlü olduğu bu bölgede tarikat adına büyük inkişaflar yaşandı. Önemli insanların katılımıyla birlikte bu hareket Kudüs, Lübnan, Halep, Mısır, Mekke ve Medine’de daha geniş kesimlere ulaştı. Ama bir yandan da bu aktif cemaatin hizmetlerine hased edenler boş durmuyor, fırsat kolluyorlardı. Birkaç yıl sonra bekledikleri fırsat ummadıkları bir şekilde doğdu.
Hazretin İstanbul’a gönderdiği temsilcisi Abdülvehhâb es-Sûsi çok başarılı olmuş, İstanbul’dan Trakya’ya kadar uzanan bir alanda müesseler açıp talebeler edinmişti. Sohbetlerine gelen devlet ve ilim adamları ona yoğun teveccüh gösteriyorlardı.
Yetenekleri ve karizmatik kişiliği zamanla es-Sûsi’nin bir imtihanı haline geldi. Önceleri Mevlana Halid’in halifesi olmaya çabaladı, bu isteğine ulaşamayınca tarikatin imkanlarıyla kendi oluşumunu kurmaya çalıştı.
Mevlana Halid’e, temsilcisinin kendi adına bağımsız hareket ettiği haberleri ulaşınca es-Sûsi’yi tarikatten uzaklaştırdı, İstanbul’daki cemaatin geneli de Hazretin bu tasarrufuna itaat etti.
Her ne kadar es-Sûsi’nin bağımsız hareketi başarısızlıkla sonuçlansa da bu olay sadece tarikat içinde kalmadı ve Osmanlı yönetiminin dikkatini çeken bir tartışmaya dönüştü.
Vazifeden alınması üzerine es-Sûsi ve bir arkadaşı, Halid-i Bağdadi'ye ve İstanbul'da faaliyet gösteren talebelerine yönelik devlete kimi belgelerle birlikte suçlamalarda bulundular.(6)
“ilhad ve fitneye” kadar varan ithamlarla, dinin hükümlerine karşı gelmelerinin yanında Sultan'a karşı hareket edeceklerine dair saraya mektuplar göndermişlerdi. Onları bu konuda yönlendiren Padişaha yakın kimileri, cemaati en iyi bilen birinin ihbarına itibar edilmesi gerektiği konusunda II. Mahmud’u ikna etmiştir.
Tarikatin üzerine gitmeye artık karar veren Padişah, bu konuda emirlerini vermeden önce Bağdadî hakkında birbirine muhalif çok sözler işitildiğini Şeyhülislam'a bir hattı hümayunla bildirdi. Son olarak onun da fikrini almak istiyordu. İnsaflı biri olan Şeyhülislam*** , iki müfettişin gizlice Şam'a gönderilmesini, böylece şikayet edilenin, başkaları tarafından değil de bizzat kendisinden tanımanın Şer’e uygun olduğunu söyledi.
Şam Valisi Salih Paşa, müfettişlerin yaptığı gizli tahkikatın sonucunu saraya gönderdiği 1827 tarihli mektupta bildirmiş; Halid-i Bağdadi'ye yönelik şikayetlerin asılsız olduğunu, onun siyasi hedeflerinin olmayıp, şeriata riayet ettiğini belirtmiştir. Abdülvehhab es-Susi ve arkadaşının müfteri konumunda olduklarını, her iki şahsın bir daha bu tür yazılar neşretmemeleri konusunda uyarılmalarını arz etmiştir.
Söz konusu mektubun o dönem için bir hayli etkili olduğu anlaşılmaktadır.
Zira Halid-i Bağdadi, bir mektubunda kendisini sevindiren ve ferahlatan meselelerden birinin; sultanın kendisi hakkındaki sözleri dikkate almaması, diğerinin de Şeyhülislam Mekkizade'nin kendisine bağlılığını bildirmesidir. Bunların, Sultan'a daha fazla dua edilmesini gerekli kıldığını da sözlerine ekler.(8)
Ayrıca İstanbul’dan gönderilen iki müfettişten biri, vazife sonrasında Mevlana Halid’e intisab edip dergahta ölene kadar ona hizmet etmiştir.
Ve nihayet Mevlana Halidi Bağdadi Hz.leri bu sıkıntılı dünyadan 1827 yılındaki veba sebebiyle ayrıldı ve Şam’daki dergah bahçesinde yapılan türbeye defnolundu.
Halidi Bağdadi’den sonra hareketin önderliğini halifesi olan talebeleri üstlendi. Ama çok geçmeden Padişah II. Mahmud Halidilere karşı tavır alıp, onlar hakkında çok sert hattı hümayunlar yayınlayacaktı. Bu fermanlardan açıkça anlaşılıyor ki Padişah bu tarikatin her tarafta etkin olmasından artık rahatsız olup buna artık son verilmesini emrediyordu.
Kimileri Padişahın Halidilere karşı kısa zamanda politika değiştirmesine bir anlam veremese de bazı tarihçiler bu değişimin Padişahın genel yapısı ve politikalarında saklı olduğunu vurgularlar.
Mesela bu konuda biri Arap diğeri Batılı olan iki tarihçi şunları söyler:
Hâlidîler sadece yönetim ve diğer sufi çevreleri tedirgin etmedi. Onlar hakkında bizzat Sultanın da bazı endişeleri vardı. II. Mahmud gibi mutlak ve sert bir yönetici, üzerinde kontrole sahip olmadığı herhangi bir kamu etkinliğinden hoşlanmayacaktır. (Butros Abu Manneh)
Eyaletlerdeki eşraf, başkentte yeniçeriler ve dervişler, başta olmak üzere, Sultan Mahmud’un iktidarını kısıtlayan herkes ezilmiş ve yok edilmişti. Onun amacı, bütün iktidarın kendi elinde merkezileştirilmesi ve başkent ile taşrada bütün aracı otoritelerin ortadan kaldırılmasıydı.
Veraset, gelenek veya halk desteğinden gelen bütün iktidarlar kaldırılacak ve hükümdarın iktidarı imparatorlukta tek otorite kaynağı olarak kalacaktı. (Bernad Lewis)
Halidiler, her ne kadar diğer siyasi otoritelerle, ne oluşum ne de hedefleri açısından benzerlik taşımadıklarını, üzerlerindeki şüphelerin yersizliğini çeşitli kanallarla iletmişlerse de bu çabaları yeterli olmadı.
Halidileri bitirme operasyonu ve Sürgünler
Hâlidîler, 1828’de bir Ramazan günü Sultan’ın emriyle İstanbul’da sahip oldukları tüm müessese ve dergahlara devlet tarafından el konup Sivas’a sürüldüler. Bu sürgün tarikatın tarihindeki en kapsamlı ve toplu sürgündür.(9)
Bu operasyon sadece başkentteki Halidiler için değil Osmanlının birçok şehrindeki temsilcileri ve müesseseler için de geçerliydi.
Şam Valisine gönderilen emirle Halidilerin mekanlarına el konarak hepsini, Bağdat ve Süleymaniye’ye gönderilmesi istendi.
Bu kadarla da kalınmayarak Bağdat valisine onları Bağdat ve Süleymaniye’de tutması ve içlerinden birinin halife olarak İstanbul veya başka bir yere gönderilmesine engel olması emredildi.(10)
Bunun anlamı Hâlidîlerin sürgününün yeterli görülmeyerek tam anlamıyla tecrit edildikleridir. Görünüşe göre böylesine geniş kapsamlı bir sürgün ve tecridin sebebi onlar hakkındaki korkulardı. Çünkü birçok belgede Hâlidîler hakkındaki endişeler çok açık bir biçimde dile getirilir.(11)
Halidilerin ıslahatın bazı şekilci kalan yönlerini eleştirmeleri, dönemin kimi sufi kesimlerin garazı ve II. Mahmud'un kişiliğidir. Bu dönemde müntesipleri hızla artan bir tarikatın eleştirisi, yönetim tarafından kabul edilebilir bir şey değildir.(12)
Mevlana Halidi’nin başlattığı bu yeni hareket her ne kadar devlet tarafından kısıtlayıcı politikalara maruz kalsa da sonrasında da dinamizmi ile günden güne büyüdü.
Hatta müesseselerini kapatıp kendilerini sürgün ettiren Mahmud Han’dan sonra yerine geçen oğlu Sultan Abdülmecid, Halidilere son derece hürmet gösterip onları maddi manevi destekledi.
Hatta bu destek öyle noktaya vardı ki Abdülmecid han vefat etmeden önce:
-Her Cuma günü kabrimin başında şeyh efendi ve on dervişi kıyamete kadar Hatm-i Hacegan okusunlar. Vasiyetini yaptı. Bu vasiyet Sultan Selim Camii avlusundaki sultanın türbesinde tekkelerin kapatıldığı 1925 tarihine kadar uygulanmıştı.(13)
Nakşibendi Tarikatı’nın Halidi kolu, günümüz İslam dünyasının neredeyse her köşesinde kabul görmüş durumda. Mesela Türkiye’de farklı isimler altında bildiğimiz sosyal, siyasi ve ekonomik alanda çok etkili olan, birçok cemaat ve tarikat ehli Halidi meşreplidir.
Mevlana Halidi Bağdadi hz.leri, İslam Dünyası’nda pörsümeye yüz tutmuş olan Sünni akideyi, neşrettiği, talebeleri ve faziletiyle canlandırdı.
Günümüzde yüz milyonlarca kişiye ulaşmış olan bağlıları, kalplerini ve gönüllerini onun sözleri ve eserleriyle besleyip hayatlarını şekillendiriyor.
Evet iki asır önce Osmanlı’da yaşananların bir kısmı böyleydi. Anlattıklarımız ışığında o dönemde ve günümüzde yaşananlar kıyaslanacak olursa İbn-i Haldun’un sözlerine hak vermemek mümkün mü?
KAYNAKÇA
* Mehmet Turgut – Osmanlı’da devlet ve ekonomi ve batılılaşmadaki yanlışlıklar- 1998
** Bu isim Müceddidi Elfi Sani ünvanlı İmam Rabbani’ye istinaden verilmiştir.
*** Şeyhülislam: Şerî hukunun en yüksek denetçisi, veto ve onay makamı. Günümüzdeki Cumhurbaşkanlığı makamı denebilir.
2- Ahmed Cevdet Paşa, a.g.e.,C. XI, s. 169-170
3- Butrus Abu Manneh
4- Ahmed Lütfî, Tarih-i Lütfi, İstanbul 1290, c. I, s. 286.
5- BOA Hatt-ıHümayun,
6- Es’ad Sâhib, Memiş, s. 168.
7- Abu Manneh, 1984: 25-26; Memiş, 2000: 218
8- BOAHatt-ı Hümayun No. 36137; Lütfi, 1999: 210-211; Kılıç, 2006: 108-111
9- Ahmed Lütfî, age, ss. 286-287;
10- Mühimme Defteri, no: 243, ss. 41-42.
11- BOA Hatt-ı Hümâyûn, no: 34837.
12- Lewis, 1984: 81, 90; Ortaylı, 1987: 97-98; Gündüz, 1989: 152-143
13- Vassaf, 1999: 386-387; Abu Marıneh, 1984: 32-33