Rûhun cesedle olan münasebeti devamlıdır. Ancak bu münasebet rüyada, berzahta, haşirde, cennette veya cehennemde ayrı ayrıdır. Bu dünyâda biz, maddî cismaniyetimizin tesiri altında bir ruh ve
ceset münasebetine şahit olmaktayız.
Uyku hâlinde ruh yarı bir kayıtsızlığa ulaşır. Dolayısıyla insan rüyasında yüzlerce ayrı yerde bulunabilir ve binlerce insanla görüşebilir. Bu arada uyuyan cesedle ruhun münasebeti de devam eder.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), cenazeler için ayağa kalkardı. 'Ölüye eziyet, aynen diriye eziyettir' buyururdu. Kabirlere hususi alâka gösterirdi. Bütün bunlardan kabir ve berzah âleminde ruhun cesedle münasebettar olduğunu anlıyoruz. Tabii bu münasebeti, uyku hâlindeki münasebet gibi düşünmek de yanlıştır.
Tekrar diriliş de yine ruh ve cesed beraberliği içinde olacaktır... Olacaktır ve ahirete âit cesed, oraya münasip bir şekil alacaktır. Çeşitli hadislerin işâretinden anlaşılan manâ budur. Bazı mutasavvife, tamamen spiritüalist (ruhçu) bir görüş sergileyerek, ceza ve mükâfatı sadece ruhun göreceği kanaatindedirler. Bir kısım Grek filozofları da böyle düşünmektedir. Daha sonra gelen Neoplatonit (Yeni Eflatunculuk) düşünürlerde bu kanaatin tesiri görülür. Maktul Sühreverdi, Hallac-ı Mansur, az dahi olsa Muhyiddin Arabî Hazretleri gibi bazı önemli zevatın söyledikleri, bazı kimseler tarafından dîk-ı elfaz sebebiyle aynı şeylermiş gibi anlaşılmıştır. Ancak Ehl-i Sünnet, ruh ve cesedin beraber haşr olacağı hususunda
ittifak içindedirler.
Rasyonalist felsefeciler, "İnsanların hayatları da tıpkı bir
marula benzer. Marul,
toprakta gelişip büyüdükten sonra çürür. Daha sonra toprağa karışarak
gübre olur. Gübrelenmiş bu toprak üzerinde yeni marullar biter. Bu marullar, insanlar tarafından yendikten sonra onların
vücutlarında yerlerini alırlar. Daha sonra da ölür ve toprağa karışarak başka marullara gübre olurlar." diyerek alaylı bir şekilde haşr u neşri tamamen inkâr etmişlerdir.
Kanaat-i âcizaneme göre karmakarışık gibi görünen bu meseleyi bugünkü
atom anlayışıyla
telif etmek mümkündür: Her şeyden önce ruhun mekânla mukayyed olmaması prensibiyle hareket edildiğinde bir cismin küçültülmesi veya büyütülmesi, onun kendine ait vücudun zerratıyla münasebet kurması gayet basittir. Mesela vücudumuzun 1.75 boyunda ve 80 kg. ağırlığında olduğunu düşünelim. Bu vücudun bir hacmi vardır ve vücudun bütün hücreleriyle, ruhun bir münasebeti söz konusudur. Bu vücudu küçültüp atom kanunlarına ait meseleleri bertaraf etseler ve o vücut, bir yüzüğün içine girecek kadar küçülse -ki daha
küçük de olur- ruh, yine o cesetle tam bir münasebet içindedir. Şimdi çevirip tam tersini söyleyelim. Vücud çok büyüse, bir
bulut gibi olsa ve 50 km çapında bir yeri işgal etse de, ruh o cesetle yine münasebet içinde olacaktır. Ruh kendisine ait cesetle denizin dibinde, arşta, ferşte,
sera ve süreyyada da olsa münasebetini devam ettirecektir. Binaenaleyh vücudun zerrelerinin dağılıp değişik yerlere gitmesi meseleye olumsuz bir etki yapmaz.
Yeniden diriltme Allah için çok kolaydır
İkinci olarak, pek çok ehl-i tahkik, zerrât-ı asliye adında insandaki asıl ve temel zerrelerden bahsederler. İnsanın ilk zerrelerinin, yani insan bedenine âdeta kâide ve temel olup, hadiste "acbü'z-zeneb" (
kuyruk sokumu) kemiğiyle ifade edilen bu zerrât-ı asliyenin tam nerede olduğunu tesbit etmek mümkün değildir.
Bediüzzaman Hazretleri, acbü'z-zeneb mes'elesine, hafiziyyet ve inşa etme, yani haşirde yeniden dirilme mevzûunu işlerken temas etmektedir. Onun anlattıkları açısından acbü'z-zeneb insanın genleri, kromozomları veya herhangi bir uzvu olabilir.
İmam-ı Gazali gibi ruhçuluk yanı ağır basan ve 'Madde esassızdır' diyen âlimlerin görüşü esas alınarak bir değerlendirme yapılacak olursa, acbü'z-zenebi, insan yapısının plânı olabilecek madde ötesi bir şey olarak anlamak da mümkündür.
Allah, insanı bu temel zerreler üzerine kurmuştur ve ahirette de onlara bağlı olarak haşr edecektir. İnsana ait hususiyetleri câmî olan bu zerreler kim bilir, belki de genlerdir. Eğer öyleyse, Hz. Âdem'den bu yana bütün insanlardaki genler bir araya getirilse, bir yüzüğün içini ya doldurur, ya doldurmaz. Ama bu kadarcık az bir şey, ruhla kontak olduğu zaman cismaniyet adına acı duyuyorsa, elbette lezzet de duyacaktır.
İşte insanın vücudundaki bu zerrât-ı asliyedir ki, cesedin esasını teşkil ederler. Allah, insanı bu zerrat-ı asliyesi ile haşredecektir. Sair zait zerrat, bu zerrat-ı asliyenin etrafında toplanır, haşr ü neşr öyle olur ve problem kalmaz. Evet, Allah insanı bir ruh, bir de asıl zerrelerle haşr edecektir. Mesele muhit olan ilm-i
ilahi açısından ele alınacak olursa; biz belki zerreleri karıştırırız ama ilm-i ilahinin cüz'iyata dahi taallukunu düşününce hiçbir problem kalmaz. Allah ilmiyle, mesela
uranyum atomunun içindeki elektron ve protonunun sayısını, dönüşünü bilir ve onları nizam içinde tutar. İşte bizim, "Her şeyin zerrelerini muhafaza eder" dediğimiz Allah, böyle bir Allah'tır.
ÖZETLE
1- Rûhun cesedle olan münasebeti rüyada, berzahta, haşirde, cennette vs. ayrı ayrıdır. Biz bu dünyâda, cismaniyetimizin tesiri altında bir ruh ve ceset münasebetine şahit olmaktayız.
2- Ruh kendisine ait cesetle denizin dibinde, arşta ve ferşte de olsa münasebetini devam ettirecektir. Binaenaleyh vücudun zerrelerinin dağılıp değişik yerlere gitmesi meseleyi olumsuz etkilemez.
3- Pek çok ehl-i tahkik, zerrât-ı asliye adında insandaki asıl ve temel zerrelerden bahsederler. Allah, insanı bu temel zerreler üzerine kurmuştur ve ahirette de onlara bağlı olarak haşr edecektir.
[HAFTANIN DUASI]
Rabbimiz! Bu mücrim kullarını bütün günahlarımızı eritecek mağfiret havuzlarına al. Gırtlaklarımıza kadar kabahatlerle kirlenmiş olsak da Sen seyyiatımızı, meâsî ve mesâvîmizi affet..
sevmediğin ve hoşnut olmadığın şeylerin muhabbet ve meyillerini kalblerimizden söküp at.. bizi kendi nezdindeki hazinelerinle te'yid buyur, kendi kuvvetinle destekle, destekle ki şu geçici dünyadan ancak Senin yardımınla
emniyet ve selamet içinde çıkabiliriz.
Allah'ı en iyi tanıyan kimdir?
Eskilerin tarifiyle Allah, isimleriyle malum, sıfatlarıyla muhat, Zat'ıyla mevcud u meçhuldür. Biz O'nu, isimleriyle bilir, sıfatlarıyla muhat görür ve sıfat dairesine hayret içinde yanaşırız.
Zat'ı karşısında ise hiçbir şey söyleyemeyiz. İşte bu en güzel bir tanımadır. En güzel tanıma, Efendimiz'e atfedilen ifadesiyle "Mâ arefnâke hakka ma'rifetike yâ Ma'ruf - Ey bilinen! Seni hakkıyla bilemedik!" şeklindeki anlatılmada gizlidir. Vâkıa
akıl, O'nu idrakten acizdir. Bir insan Allah Resulü'nün bu ifadelerini içten gele gele, duya duya ve doya doya söyleyebiliyorsa o, Allah'ı en güzel biliyor demektir.
Allah (celle celâluhu) yarattığı şeylerden, onların hakikisinden de izafisinden de başkadır. İnsan, esasen şu sınırlı âlemde sınırlı düşünür, sınırlı görür ve sınırlı duyar. Onun gözüyle gördüğü ve kulağıyla duyduğu şeyler ancak milyonda dört-beş nispetinde bir şeydir. Mesela insan, sâniyede kırk defa ihtizaz yapan veya sâniyede binleri aşan ses titreşimlerini duyamaz. Öyleyse onun, çevresinde ihtizaz yapan şeyleri duyması sınırlıdır. Evet o, çok az bir sahada olan şeyleri ancak duyar ve görür.
Bu kadar sınırlı duyan, gören ve bilen bir varlığın, gördüğü bu sınırlı âlemdeki şeylerle Allah'ı kıyas ederek, Allah'ın niçin görünmediğini; dahası O'na keyfiyet ve kemmiyet izafe ederek O'nun üzerinde düşünmesi, kendini ve haddini bilmemesi demektir. İnsan, kâinatta neyi bilmektedir ki, uluhiyet hakikatini de bilebilsin! Allah keyfiyet ve kemmiyetten münezzeh ve mukaddestir. İnsan, ışık hızıyla trilyon sene uzaklara gitse, bütün kâinatları görse ve bunları üst üste yığsa, yine de bunlar, Allah'ın vücudu yanında mikroskobik bir varlık kıymetinde bile olamazlar.
İnsanoğlu henüz küre-i arzın her yanını dahi keşf edememiş ve onu kıtalarına muttali olamamıştır. Allah, -Allah olduğu için- nitelikten ve nicelikten münezzehtir. İnsanın gözleriyle göreceği, tasavvur edeceği ve hayaline getireceği şey Allah değildir. Kelamcılar; "Aklına ne gelirse ve ne hutur ederse Allah ondan başkadır.", tasavvufçular ise: "Aklına ne gelirse, Allah onun verâsının verâsının verâsının verâsındadır." demektedirler. Descartes; "İnsan her şeyiyle sınırlıdır. Sınırlı olan bir varlık, sınırsız düşünemez. Allah ise varlığı sınırsızdır, nâmütenâhîdir. Öyleyse Allah hakkında "şudur-budur" şeklinde bir hükme varılamaz.", Geothe ise; "Seni binbir isminle anıyorlar. Seni bin değil, binlerce isimle ansam, ey mevcud-u meçhul, yine Senin hakkında bir şey söylemiş olamam. Çünkü Sen bütün anılmaların verâsındasın." diyerek Allah'ı idrak edilemez bir mevcut olarak mütalaa etmektedir.
Gökkuşağı
Gök
mavi, yer yeşil, bambaşka
renkler,
Her ufukta ayrı bir gökkuşağı;
Renk-ışık içinde duruyor insan...
Takdirle bakıyor ona melekler,
Yüzü yerde gönlü Hakk'ın otağı;
Ona gökler dâvetiyesi iman...
Topraktan-balçıktan bir yüce cevher,
Sonsuzu gösteren emsalsiz ayna;
Verâlara dönük derin ve parlak...
Haydi gayret et, sen de özüne er!
Bütünleş rûhunla, rûhunla kayna!
Biraz inleyip biraz ağlayarak...
Tıpkı filizler gibi yavaş yavaş,
Hep onu takip et erinceye dek..
Kök toprakta; ama gözler ışıkta...
Gökte başlamıştı bu sırlı savaş,
Kıyamete kadar devam edecek..
Hiç durma! Geril, koş,
zafer ufukta!..
M.
Fethullah Gülen
[SÖZÜN ÖZÜ]
Vicdanın derinliklerinde duyularak anılan Rabbimiz'in her ism-i mübareki, cismaniyete ait perdeleri yırtar, birer şefaatçi gibi Müsemmâ-i Akdes'i hatırlatır; gözden-gönülden isi-pası siler ve ruha tâ ötelerin ötesini gösterir.
İnsan onlarla Hakk'ı yâd ettikçe, kalbinde itminan hâsıl olur. Esma-i hüsnâdan herbir isim, dergah-ı ilahîye yönelme istikâmetinde kulun iradesini biraz daha şahlandırır, dua azmine güç verir.