Bayram ziyaretlerini tamamlayıp evinize çekildiyseniz toparlanın, Duisburg'a gideceğiz. Sizi öyle bir çiftle tanıştıracağım ki bazı kelimelerin anlamını yeniden düşüneceksiniz. Mesela sevgiyi, sabrı, sebebi ve sonucu.
Mesela mucizeyi, metaneti, mazlumiyeti ve mücadeleyi. Mesela inancı, emeği ve vefayı...
Kapıyı evin beyi açacak, ‘hoş geldiniz' diyecek. Eşi ayaklarıyla değil, gözleriyle ayağa kalkacak. Genç kadın koltuğunda, etrafı yastıklarla desteklenmiş, bir bebek masumiyetiyle ellerini uzatacak. Tanıştıracağım, “Bu Gülseren Mirici. 33 yaşında. Bu da Reşat Mirici. 37 yaşında. 7 yıl oldu evleneli. Reşat, Gülseren'in eli ayağı, Gülseren, Reşat'ın beyni kalbidir.”
Hikaye lafı benim ağzımdan alacak, kendi kendisini anlatacak: Gülseren'in hastalığı dokuz aylıkken fark edilmiş: Spinal kas atrofisi. Spinal omurilikten gelen d
emek. Atrofi ise gerilemek anlamına geliyor. “Gitgide eriyecek kasları. En fazla 10 yaşına kadar yaşar.” denmiş. Ondan önce ablası aynı hastalıktan ölmüş, ama o yaşadı. Doktorlar yaşamasını mucize olarak değerlendirdiler. O ise “Mucizenin sahibi
Allah.” dedi.
Hiçbir zaman yürüyemedi, ama normal sandalyede dik oturabildiği, ip atlayan
arkadaşlarına ipi çevirdiği günler oldu. Liseyi bitirdi, on yıl santralcı olarak çalıştı. Hastalığı ilerledi, kamburlaştı, desteksiz dik duramaz hale geldi. Vücudu yamulduğu için iç organları yer değiştirdi. Ses teli felci geçirdi. Malulen
emekli oldu.
Hastalık kişiliğini olumsuz yönde etkilemedi. Bunu “Her şeyin Allah'tan geldiğine, bunun benim için bir
imtihan olduğuna inanmasam belki zorlanırdım.” diye açıkladı.
Hiç
isyan etmedi mi?
Hayır, sadece “Keşke vücudum biraz düz durabilseydi de istediğim giysiyi alabilseydim” dediği oldu. Bir de üniversitede psikoloji okumak isterdi. Çünkü insanların ruh haliyle ilgilenmeyi, sorunlarına çözümler üretmeyi hep sevdi.
Reşat Almanya'ya bir aylıkken geldi ama üç yaşında Türkiye'ye gönderildi, 24 yaşında yeniden Almanya'ya döndü. Üniversiteyi kazandı; ama okuyamadı. Değişik şirketlerde çalıştı, sonunda ‘İş ve İşçi Bulma Kurumu'nda memur oldu. Alkol alışkanlığının dağıttığı Tarsuslu çok varlıklı bir
ailenin çocuğuydu. Baba,
dede ve amcaları
alkolden öldü, bütün mal varlıkları yok oldu. Reşat 25 yıl alkolden tiksindi. 25'inden 30'una alkolle dost oldu. Kendini batağa saplanmış hissederken Gülseren'le tanıştı. İçindeki bütün boşlukları Gülseren'in doldurduğunu hayretle gördü. Olacak iş değildi,
özürlü bir kadın, yavaş yavaş bütün taşlarını
yerli yerine oturtuyordu. Kendi dik duramazken,
tatlı diliyle onu hayata kaldırıyordu.
Reşat annesini 15 yaşındayken tanımıştı. Babası annesiyle ayrılınca Reşat'ı Türkiye'de anneannesi büyütmüştü.
Çocukken
babasıyla
jandarma ve polis zoruyla görüşmesi, öldü zannederken annesini karşısında bulması, 37 defa
ameliyat olmuş bir
kanser hastası olduğunu öğrenmesi, çilesine hürmet ederken onu terk etmesini asla affetmemesi, Cizre'deki askerlik dönemi vs. travma üstüne travmaydı.
Reşat fastfood restoranda çalışırken, Gülseren müşterisiydi. Onun özürlülüğüne rağmen verdiği mücadeleyi görünce, gözlerinin arkasındaki dünyayı keşfetmek istedi. “O bu haliyle mücadele ediyorsa ben sağlıklı olarak niye etmeyeyim?” dedi. Arkadaş oldular, dertleştiler, birbirlerinde yeniden doğdular. Gülseren'e göre Reşat sıcakkanlıydı, çabuk öfkeleniyordu.
Anne sevgisi almamasına bağladı bunu. Ama fedakardı. “Ben fedakarlık yapıyorum” havasına girmiyordu. Kendini hep verme durumunda hissediyor, almayı bilmiyor, alırken rahatsız oluyordu. Gülseren onun sorunlarına çözümler üretebildiğini, düştüğü kuyudan çekip çıkarttığını açıkça gördü.
Reşat'a göre de Gülseren ona anne, baba, kardeş, arkadaş, sırdaş oldu. Diyalogları öyle gelişti ki, sevgiden öteye geçtiler, çok derin bağlarla birbirlerine bağlandılar. ‘Acaba Reşat başka kadınlarda o derinliği bulamamış mıydı?’ sorusunu, “O yönde bir arzum yoktu zaten. Sorunlu bir kişiydim kadınlara karşı. Boyum kısa diye kompleksim vardı. Gülseren'le maneviyatımı doldurdum. Evleneceğimizi hiç düşünmüyordum. Tanıştıktan iki yıl sonra Gülseren bir yere gideceği zaman, kıskançlık duyguları başladı bende. Bu ilişki yeşerdi yeşerdi, en sonunda evliliğe karar verdik.” diye cevapladı.
Reşat ilan-ı aşk etti. Gülseren de onu seviyordu, ama duygularını bastırıyordu. Durumu farklı olduğu için bir gün
aşık olurum düşüncesi olmamıştı.
Evlilik deyince aklına iki sağlıklı insan geliyordu. Türk aile yapısında kadının erkeğine
hizmet etmesi gerekiyordu. Fiziği buna izin vermezdi. Normal bir evliliği sürdüremezdi. Sevdiği insan acaba ona sevgi değil de merhamet mi duyuyordu? Çünkü bakımı çok ağırdı. Geceli gündüzlü ona hizmet edilmesi gerekiyordu. Ona
bakan bir kişi kendinden çok şey feda etmeliydi. Bunu yapacak insan onu gerçekten seviyor demekti.
İki yıl düşündüler, acaba bu evliliği kaldırabilecekler miydi? En büyük görev Reşat'a düşüyordu. Yarı yolda bırakıp vebal altına girmek istemedi. Ama baktı ki, Gülseren'in beyni ve kalbi kendisini ayakta tutuyor, ona sonuna kadar el ve ayak olmaya karar verdi.
Fakat ailesi karşı çıktı özürlü bir kadın almasına. Sülalenin tek erkeğiydi,
torun bekliyordu herkes ondan. Dinlemedi kimseyi. Gülseren'in ailesi de onun duygusal açıdan bir şeyler yaşayabileceğini hiç düşünmemişti. Caydırmaya çalıştılar, 'yürümez bu iş' dediler. Şöyle söyledi onlara:
“Şu an ben mutlu olacağımı düşünüyorum. Normal insanlar da mutlu olacaklarını düşündükleri için evlenirler. Bu sonradan değişebilir. Ben o değişimi de kabullenirim. O zaman buraya kadarmış diyebilirim.” Böyle düşünerek “
evet” dedi Reşat'a. Kaçtılar, gizlice nikah kıydılar. 7 yıldır hiç pişman olmadılar.
Soruldu: “Gülseren acaba ara sıra Reşat beni aldatır mı, benden bıkar mı diye düşündüğün oluyor mu?” Dedi ki: “Olmuyor. Çünkü ben sonradan özürlü olmuş değilim. Beni zaten baştan böyle tanıdı. Öyle bir yapıya sahip bir insan olsaydı evlenmeyi düşünmezdi. Zaman zaman tabii ki yorulduğu, gerildiği oluyor. Bunları benim normal karşılamam, fazla hassas davranmamam gerekiyor. Yorgunluğunu onunla paylaşmalıyım ki üzerinde birikmesin. Rahatlayabilsin.”
Gülseren evlenmeden bir yıl önce başını örtmeye karar verdi. Bu Reşat'ın kararı değildi, ama sevdiğine engel olmadı. Gülseren o süreci şöyle anlattı:
“Ben çok okuyan bir insanım. Tercihim
psikolojik ve dinî kitaplar. Reşat manevi boşlukta olduğu için ben ona bazı kitaplar veriyordum. Allah'a sığınmasını, çok dua etmesini söylüyordum. Ona o kitapları verirken ben de onların içine dalıyordum. Kapanma kararını bu yoğunlukta aldım. Reşat'a bildirmeden önce o bana sordu: Kapanmayı mı düşünüyorsun artık?” Reşat “Hissettim bu kararı verdiğini. His kanallarımız derindi. Frekansı iyi ayarlamıştık yani.” dedi buna. Hissi kablel vuku derlerdi ya eskiler, işte böyle bir şeydi...
Gülseren kendisine bahşedilen bu mutluluğa, muhtaçlara
yardım faaliyetlerini organize ederek karşılık veriyor. Bir hanımlar grubu var ve onlarla birlikte üç boyutlu resimler yapıyor, kermesler düzenliyor, öğrenciler için burslar ayarlıyor. Mağduriyetine rağmen her sene Ramazan'da Duisburg'da bursla okuyan talebelere evinde
iftar yemeği veriyor. Eşiyle birlikte Etiyopya'da bir çocuk okutuyor. Zaman zaman “Reşat'a bir şey olsa n'aparım?” diye soruyor. İçinden bir ses “Allah kimseye taşıyamayacağı yükü vermez.” diye fısıldıyor. Onu rahatlatıyor. “İkimiz de bu yükü taşıyabilecektik ki Allah evlenmemize izin verdi.” diye düşünüyor.
Gözlerindeki sevinçle korku karışımı ışığa iyi bakmak ve “Siz ikiniz birer mucizesiniz.” demek lazım şimdi onlara. O zaman Gülseren “Haklısınız” diyecek, “Doktorlara göre benim çoktan ölmem lazımdı. Küçükken hep soruyordum. Ablam aynı hastalıktan öldü de, ben neden ölmedim? Acaba ben neden hayattayım? O çocuk olarak cennete gitti. Ama ben bir sürü imtihanlardan geçiyorum. Tabii çevremdeki insanlar için de ben bir imtihanım. Zaman zaman soruyorum bu soruyu. Yaşamamın bir sebebi vardır diyorum. Bazen evliliğimize yoruyorum o sebebi. Söylediğim gibi eşim geçmişte çok büyük sorunlar yaşadı. O yüzden bazen zor bir insan olabiliyor. O zaman ona yardımcı olmak gerçekten gerekiyor. Bazen acaba sebebi bu mu diyorum. Onun hayatına girmem, onun Almanya'ya gelme sebebi ben miydim? Herkesin harcı değil bana bakmak. Şu an ben evde olsaydım annem bana bakamazdı. Beni taşıyamazdı. Kardeşlerime kalacaktım. Onların da kendi aileleri var. Çok zor olacaktı her şey. Çok açık. Allah bizi birbirimizle tamamladı.”
Ben sizden önce gittim evlerine. Keşke daha samimi bir fotoğraf çekilebilseydi, dedim. “Hay hay.” dediler. Reşat “En büyük korkum, ben yokken bayılması veya düşmesi. O anda kendisine yardım çağıramadan, saatlerce öyle kalma ihtimali beni çok üzüyor. Çabuk paniğe kapılıyor çünkü.
Panik halinde de
kalp bir anda 150'ye vurabiliyor.” derken Gülseren'in dudakları titredi. Ellerini tuttum, çok güzeldi,
porselen gibiydi, bebeksiydi. Alnından öptüm. ‘Allah bütün korkularını gidersin’ dedim. Onu ağlatmak istemedim.
Mücadelesi etkiledi
Reşat fastfood restoranda çalışırken, Gülseren müşterisiydi. Onun özürlülüğüne rağmen verdiği mücadeleyi görünce, gözleri-nin arkasındaki dünyayı keşfetmek istedi. “O bu haliyle mücadele ediyorsa ben sağlıklı olarak niye etmeyeyim?” dedi. Arkadaş oldular, birbirlerinde yeniden doğdular.
Gülseren’e el ayak oldu
İki yıl düşündüler, acaba bu evliliği kaldırabilecekler miydi? En büyük görev Reşat'a düşüyordu. Yarı yolda bırakıp vebal altına girmek istemedi. Ama baktı ki, Gülseren'in beyni ve kalbi kendisini ayakta tutuyor, ona sonuna kadar el ve ayak olmaya karar verdi.
Gizlice evlendiler
Aileleri evliliklerine karşı çıktı. Caydırmaya çalıştılar “Bu iş yürümez” dediler. Mutlu olacaklarına inanan çift kaçıp gizlice nikah kıydı ve 7 yıldır hiç pişman olmadılar. Gülseren ve Reşat Mirici çifti “ Çok açık, Allah bizi birbirimizle tamamladı.” diyorlar.