Ana akım ile bağımsız sinema arasında salınan yönetmen, filminin bir
kıyamet senaryosu olmadığını vurgulasa da felaket filmlerinde gördüğümüz birçok unsura
Salgın'da da muhatabız.
Felaketler turnusol kâğıdı gibidir. İnsanların içindeki iyi ve kötü taraflarını gün yüzüne çıkarır. Hiç tahmin etmediğiniz kişileri hiç beklemediğiniz hallerde görebilirsiniz bu durumlarda. Bir nevi kıyamet provasıdır
felaketler.
Oscar'lı yönetmen
Steven Soderbergh'in son filmi Salgın, isminden de anlaşılacağı üzere bir virüsün dünyanın bir ucundan diğer ucuna yayılışını ve insanların hayatını o derece hızlı karartışını, toplumun çöküşünü resmediyor.
Virüsün yayılmasının ikinci gününden itibaren günbegün izliyoruz yaşananları, çok sayıda mekân ve yüz üzerinde gezindikten sonra yönetmen filmini birinci güne dönerek noktalıyor. Virüsün temas ettiği bireyler gibi toplumun da
hastalıklı yanları ya da iyi niyet elçileri gün yüzüne çıkıyor.
Hong Kong'daki bir iş gezisinden dönen Beth (Gwyneth Paltrow),
yolculuk yorgunu olduğunu zanneder, fakat iki gün sonra aniden bir
kriz geçirerek ölür. Kamera
Londra, Tokyo,
Paris gibi şehirlerde farklı simalara zum yapar. Öksüren, ateşli, yorgun benizler, kriz ve ani bir
ölüm... Temas ve solunum gibi etkileşimlerle hastalık kısa sürede uluslararası bir salgına tahavvül eder.
Farklı tarzları denemekten hoşlanan yönetmenimiz Soderbergh, bu defa yine nevi şahsına münhasır bir film ile karşımızda. Her ne kadar kendisi filminin bir kıyamet senaryosu olmadığını vurgulasa da felaket filmlerinde gördüğümüz birçok unsura Salgın'da da muhatabız, tabii ki Soderbergh yorumu ile. Ana akım ile bağımsız sinema arasında salınan yönetmenin filminde de benzer bir ruh hali hâkim. Salgın, bir
Hollywood filmi kadar aşina, bir bağımsız film kadar özgün.
Filminde belgesel gerçekliği önemsiyor yönetmen, bir tükeniş öyküsünden ziyade böyle bir çaresizlik karşısında toplumun farklı kesimlerinde görülebilecek reaksiyonların fotoğrafını çekiyor. Sıradan bir vatandaş, bir sağlık görevlisi, gazeteci, hükümet görevlileri ya da dünyanın bir ucundaki köylülerin bekleyişini, tepkilerini olabildiğince gerçeğe riayet ederek aktarıyor. Filmde o kadar çok yüz ve mekâna muhatabız ki bu biraz da seyri, yorucu bir eyleme dönüştürüyor. Kamera oradan oraya sürüklenirken küresel bir felaketin de haritası çiziliyor. Merkeze bir karakter/hikâye almaktan özellikle kaçınıyor Soderbergh. Ne salgının ilk kurbanı Beth Emhoff (Gwyneth Paltrow) ve hemen ardından oğlunun ani ölümü ile şaşkına dönen kocanın (Matt Damon) öyküsüne odaklanıyor ne de hastalığa karşı aşı üreten Dr. Ally Hextall'ın (Jennifer Ehle) hasta babası ile ilişkisine. Sevdiği kadınla, hayatını kurtarmak adına, kamuoyuna açıklanmaması gereken bir bilgiyi paylaşan Cheever'ın (Laurence Fishburne) pozisyonu da bir kenarda öylece duruyor. Belki de belli hikâyelere izleyicinin yoğunlaşmasına mani olmak, tüm karakterlerin aynı çizgi üzerinde mevzilenmesini sağlamak için bolca ünlü simaya yer veriyor filminde. Yan öyküleri derinleştirmek yerine bahsetmekle yetiniyor.
FELAKETLER VE PARANOYALAR
Filmde her pozisyona belirli anlamlar yüklenmiş. Özellikle sağlık görevlileri, bilim insanları neredeyse bir aziz/azize gibi resmedilmiş. Mesela her an soluk soluğa oradan oraya koşturan, Salgın
İstihbarat Servisi'nde çalışan ve sahada ilk görevini yapan Dr. Erin Mears (Kate Winslet), neredeyse dişi bir Mesih. Hastalığın yaygınlaşmaması için kendi canından vazgeçecek kadar fedakâr. Dünya
Sağlık Örgütü'nün (WHO) görevlendirdiği, dedektif misali hastalığın çıkış noktasını araştıran Leonora Orantes (Marion Cotillard) da bir o kadar vicdanlı bir karakter. Hakeza aşının üreticisi Dr. Hextall da... Gazetelerde yazılarına yer bulamayan blogcu ise afetin bir başka yüzü. Bu tür felaketlere her daim bir paranoya da ilişiktir. Virüs farklı coğrafyalarda hızla yayılırken, toplumda paranoyaya sebep olacak korku virüsü de Alan Krumwiede (Jude Law) tarafından blogunda yazdığı yazılarla, internet aracılığıyla yayılıyor. Sokakta ve
sanal âlemdeki bu yayılış neredeyse birbirine mündemiç. Krumwiede tabiri caizse tam bir felaket tellalı, ölümcül hastalığı paraya dönüştürme kaygısındaki bir sahtekâr.
Ünlü
oyuncuların resmigeçidi Salgın'da oyuncuların performanslarına diyecek yok.
Yönetmen güçlü bir felaket analizi yapmayı başarıyor.
Hükümetin paranoyasından tutun da, sokaktaki vatandaşın öfkesine, ilaç şirketlerinin telaşından kişisel çıkarlara kadar hiçbir eksik bırakmamaya çalışıyor sunduğu panoramada. Hatta hastalığın çıkış noktasına kadar götürüyor süreci:
Yarasa virüsü aldı,
domuz ahırına attı, domuzu
aşçı pişirdi, müşterilere
servis yaptı... Peki, virüse bulaşanlara ne mi oldu? Yandı bitti kül oldu.
Tersten bir
İstanbul masalı
Macar yönetmen Ferenc Török'ün yönettiği 'İstanbul' (Isztambul), Altın Portakal'ın uluslararası yarışma bölümünde ter döktükten sonra vizyona giriyor. 90'ların ünlü yıldızı Hollandalı oyuncu Johanna ter Steege,
Yavuz Bingöl, Lukats Andor ile Varga Norbert'in oynadığı film, tersten bir İstanbul masalı anlatıyor. Janos, 28 yaşındaki öğrencisi için 30 yıllık eşi Katalin'i terk edince, Katalin ne yapacağını bilemez. Ailesi Katalin'in aklını kaçırdığını düşünür, sakinleşmesi için bir hastaneye yatırır. Hastaneden kaçan Katalin otostop çekerek bindiği araçla yola çıkar. Katalin'in İstanbul'a gittiğini öğrenen oğlu da peşine takılır. Katalin'in yolu kendisi gibi bir yalnız olan Halil ile kesişir. Oğlunun ortaya çıkışı, Katalin'i duygusal çelişkide bırakır.
FELAKET HENRY
Harry bitti, sırada Henry var
İngiltere'nin dünya edebiyatı ve sinemasına armağan ettiği
Harry Potter serisinden sonra şimdi de Henry başladı. Gerçi onun serüveni HP'den daha önce başlıyor ama Henry'nin filmi daha bugün vizyona giriyor.
İngiliz yazar Francesca Simon'ın orijinali ilk kez 1994'te yayımlanan 'Felaket Henry'nin (Horrid Henry) maceraları bugün 60 kitaplık bir seriye ulaşmış durumda. İngiltere'de televizyon dizisi olarak da uzun bir süre yayınlanan serinin sinema filmini ise Nick Moore yönetiyor. Theo Stevenson, Kimberley Walsh, Mathew Horne ile Anjelica Huston'ın oynadığı filmde, yetişkinlerle girdiği sonsuz savaşın kahramanı Felaket Henry'nin yeni macerası ele alınıyor. Henry'nin üstesinden gelmesi gereken problem, her zamankinden daha karmaşıktır. Yan komşularının kızı Hırçın Susan ve erkek kardeşi Solucan Peter ile uğraşmak, okul müfettişleri ve müdüre karşı durmak ve tüm bunların yanında yetenek yarışmasını kazanmak zorundadır. Tüm bunları hiç sevmediği okulunu kurtarmak için yapacaktır.
PARANORMAL ACTIVITY 3
Korkunun kaynağı
Reklam ve pazarlama tekniğiyle adından söz ettirmesini bilen Paranormal Activity, âdet olduğu üzere serinin 'köklerine' gidiyor. Henry Joost ile Ariel Schulman'ın yönettiği film, 'görünmeyen' varlıkları, gerçeklik hissi veren
kamera çekimleriyle ekrana getire(meye)rek hikâyesini anlatıyor. Nihayetinde de korku-gerilim türünde görmeye alıştığımız 'tuttuysa devam et' formülüne yaslanıp yoluna devam ediyor. Katie Featherston, Sprague Grayden, Lauren Bittner ve Mark Fredrichs'in oynadığı film, iki kız kardeş Katie ve Kristi'nin çocukluk kayıtlarına giderek, her şeyin başlangıcına dönüyor. Seri, üçüncü adımında, evlerinin arka bahçesinde oynayıp, eğlenen sıradan iki kız kardeşken peşlerini bırakmayan korku ve gerilim girdabına nasıl sürüklendiklerini, meselenin 'ilk karelerine' giderek anlatıyor.