Zaman zaman bir kısım olumsuz yanlarımızdan ötürü hafifçe hırpalansak da, ekseriya özel iltifatlarla günlerimiz hep güldü.. biz de dolu dolu sevinçlerle köpürdük; köpürdük ve liyakatlerimizin kat kat üstünde ne
sürpriz inayetlere şahit olduk.. ne görünmezleri gördük, ne erişilmezlere erdik ve ne paha biçilmez mazhariyetlerle pâyelendirildik. Sağanak
sağanak ötelerden gelen değişik dalga boyundaki lütuflar ve yalnız olmadığımızı haykıran ak alınlı hâdiseler hiç mi hiç eksik olmadı. Ara sıra ruhlarımızda bir gurbet hissi belirse de, bizi yalnız bırakmayan Dost'un yüzlerce hâdise ile yakınlığını duyurması ve ufkumuzun enginliği ölçüsünde maiyyetini hissettirmesi sayesinde atmosferimiz yeniden aydınlanır ve gönüllerimiz şâd olurdu. Silinir giderdi bütün kederler ve tasalar; inşirah yağmaya başlardı ruhlarımıza; bırakırdık kederi, tasayı ve çocuklar gibi sevinirdik. Hâdiseleri yakından takip edenler için O'nun iltifatları mütemadî ve teveccühleri de kesintisizdi. Öyle ki, her zaman ufkumuz aydın ve mağriblerimiz de maşrıklar gibi pırıl pırıldı... O'nun bize en büyük teveccühü sayıyorduk biz olarak kalmamızı ve biz olarak yaşamamızı; zira bu sayede kendimiz gibi düşünüyor, kendimiz gibi davranıyor, hemen her zaman kendi sesimizle soluklanıyor, ruh ve mânâ köklerimizden fışkıran disiplinlere bağlı hareket ediyor ve kendi kültür değerlerimizi yine kendi üslubumuzla seslendiriyorduk; seslendiriyor ve kat'iyen kendi kendimize yetmediğimizin ifadesi sayılan fantezilere girmiyorduk. Kendimiz olmayı her zaman bir lezzet gibi duyuyor ve bu sayede, O'ndan gelen İlâhî lütufları da semavî bir armağan gibi değerlendiriyorduk.
O zamanlar biz kendimizdik; zirvelerde dolaşma tabiî hâlimiz ve bu aydınlık atmosfer de değişmez iklimimizdi. Bu nurefşan dönemde sık sık tadıp duyduğumuz, bizi hiçbir zaman yalnız bırakmayan İlâhî teyit ve ruhanî hazlara o kadar alışıktık ki, düşünce ve hayallerimizle ne zaman bu dünyanın o rengâ
renk ikliminde seyahate çıksak kendimizi cennetlerin koridorlarında sanır ve bir daha da bu atmosferden ayrılmayı asla düşünmezdik.. o zamanlar biz kendimizdik ve o pırıl pırıl günler de bizim günlerimizdi.
Şimdilerde o rengârenk ledünnîlikten ve o çerçevede duyup yaşadığımız ruhanîlikten ne kadar uzak olduğumuzu tam kestiremiyorum. Ne var ki, ara sıra belli sâik ve çağrışımlarla o
altın zaman dilimlerine hayalî bir seyahatte bulunsam, ne kadar değiştiğimizi, ne kadar başkalaştığımızı acı acı hissediyor ve ürperiyorum; ürperiyor ve kendi kendime, "Eyvah! Ne kadar başkalaşmış, ne kadar kendi ruhumuzdan uzaklaşmış, ne kadar renk atıp soluklaşmış ve bir kısım fanteziler uğruna ne kadar kendi kendimize etmişiz!" diye düşünüyor ve hayıflanıyorum. Gerçi bir mânâda, o zamanlar itibarıyla, ufkumuz dediğimiz noktayı bütün bütün unutmadık.
Düşünce ve tahayyül dünyamızda,
hafıza merkezlerimizde hâlâ bize ait ince, zarif, yarı açık yarı kapalı bir hayli hususiyetler ve renkler tülleniyor; ama her zaman içimizi kanatan hızlı bir başkalaşmanın sürüp gittiği de muhakkak... Önceleri içimizde hep lezzetli bir ledünnîlik hükmederdi; düşüncelerimiz ufuklu ve muhteşem, duygularımız süt gibi dupduru, ifadelerimiz metafizik derinlikli, üsluplarımız da meleklerin muhaverelerinden bir şive kapmış gibi sürekli semavîlikle tınlar ve çevreye ilham edalı ne büyüleyici şeyler fısıldardı.. o zamanlar dünya bizi dinlemeye koşar, ruhanîler sükût murakabesine dalar ve ihtimal melekler de bu armoniye dem tutarlardı. Bu sayede bizler çok defa arzda semavîlikler yaşar, dünyada ukbâ derinliklerini duyar ve âdeta kendi hâlimize imrenirdik. Hâsılı, o zamanlar iç derinliklerimizden gündelik davranışlarımıza kadar her tavrımızda ayrı bir tat, ayrı bir şive, ayrı bir lezzet ve ince, zarif, latîf bir bizdenliğin duyulup sezilmesiyle âdeta büyülenirdik.
Bu şiirimsi atmosfer o kadar sihirli ve tesirliydi ki, hiçbir
yabancı mülâhaza, hiçbir fantezi onu ihlâl edemez; hiçbir ağyâr düşüncesi bu atmosferi delemezdi; dolayısıyla da ifade ve beyanlarımızda, tavır ve davranışlarımızda yabancılıkla alâkalı hiçbir dekolte renge, desene rastlanamazdı. Her zaman atmosferimizi renkli bir derinlik kaplar ve
nazlı bir buğu sarardı. Nadiren de olsa bir kısım ses, görüntü ve daha değişik aykırılıklarla karşılaşılsa da, arkasından bütün çevre yine kendine has o sihirli ve esatîrî hâle bürünür ve kendi rengi, kendi deseniyle tüllenmeye dururdu. Öyle ki, bütün olumsuzluklar, buluta yükselen nemler gibi çiy noktasına ulaşır, yağmura dönüşür ve sağanak sağanak gönül yamaçlarımıza boşalırdı; boşalırdı da bütün iç âlemimizi saran bu ledünnîlik, görme duyma dünyamıza kendi boyasını çalar ve bize ufuk ötesinden neler ve neler fısıldardı. Böyle bir ledünnîlik bazen ruhumuzu ağzına kadar doldurur, bizi değişik hülya âlemlerinin ferah-fezâ iklimlerinde dolaştırır ve fizikî dünyaların onca darlığına karşılık ruhlarımıza kâinatlar genişliğinde ışıktan âlemler vaad ederdi. İmanımızın gücüyle ve metafizik mülâhazalara açık bulunmamız sayesinde
eşya ve hâdiseleri farklı görür, tabiatı dinin rengine boyanmış bir İlâhî kitap gibi duymaya başlar, her varlığı, her nesneyi birer semavî
mesaj gibi dinler, yorumlar, mânâlandırır ve idrak ufkumuza giren her nesnenin elinden kâse kâse mârifet, muhabbet, zevk-i ruhanî ve aşk u iştiyak kevserleri içerdik.
O günler gönlümüze öyle enfes şeyler nakşetmişti ki, tarihî değerlerimiz bir bir devrilip her taraf harabezâre döndükten sonra bile hâlâ bize ait o güzelliklerin tat ve halâvetini ruhlarımızda hissediyor ve bu
tatlı rüyanın hep böyle sürüp gitmesini diliyoruz; diliyor ve geçmişte mazhar olduğumuz nimetleri birer referans kabul ederek, verilenlerin çehresinde verilecekleri okur gibi oluyoruz.
Bugünkü bütün çırpınmalarımız, yazıp çizmelerimiz, gönüllerimizde her zaman dipdiri duyup hissettiğimiz gelecekteki o sihirli dünyalar içindir. Evet, gazeteler, kitaplar, mecmualar ve kendimizi ifade etme adına başvurduğumuz diğer vasıtalar hep o sihirli dünya içindir. Yıllardan beri bizi, kendimiz olma hülyaları arkasından koşturan bu mecmua (
Sızıntı) da, özümüze ait sese soluğa ulaşma konusunda bizim için farklı bir enstrüman oldu;
evet o, yer yer ruhumuzun heyecanlarını seslendiren bir dil, zaman zaman da bizi ruh kökümüzle irtibatlandıran bir dal oldu ve bize bir hayli turfanda meyveler sundu.
Ben, onun hâlâ ruhunu yitirmediğine inanıyor, daha uzun süre sesimize-soluğumuza tercüman olabileceği düşüncesiyle oturup kalkıyorum. Zaman her şeyi soldurup tesirsiz hâle getirdiği gibi bir gün onun da böyle bir hükm-ü kazaya maruz kalacağı izahtan vârestedir; ama, ben ona hissiyatımıza tercüman olması istikametinde ve Hakk'a
bakan, Hakk'ı gösteren hizmetlerinde uzun ömürler dilemeyi bir
vefa borcu biliyorum.
[M.
Fethullah Gülen]
Başyazı,
Şubat 2008, Sızıntı