Anne...
Bir çığlık kavuruyor, kervan geçmez kuş uçmaz
Mekke vadisini. Bir ananın çığlığı: "Bizi burada yapayalnız bırakıp nereye gidiyorsun İbrahim?''
Çığlık İbrahim'in can evinde duruyor. Çığlık İbrahim'i can evinden vuruyor. İbrahim'in alnında ter, ananın gözünde yaş boncuk boncuk. Ve ananın yüreğinde, süt tadında, süt çağında bir tomurcuk. Mekke vadisinin sessizliğine denk bir sükûtta kayboluyor İbrahim.
Günlerce süren yolculukta her adımı ayrılığa atmışlardı. Her adım acılarını ve hüzünlerini biraz daha çoğaltmıştı. Nihayet sessizliğin bile kendisinden ürperdiği bir vadide, kucağında çocuğuyla baş başa kaldığında, günlerdir içinde katmerleşen acı ve hüzün feryat suretinde bir daha tutuşturdu İbrahim'in yüreğini: "Bizi burada yapayalnız bırakıp nereye gidiyorsun İbrahim?" Vadinin ıssızlığı yutmuştu sanki İbrahim'i? Ne dönüp geriye bakabildi İbrahim, ne de bir çift söz edebildi... İçi yeryüzünün dibi gibi kaynıyordu; ama elinden gelen bir şey de yoktu... İbrahim'i, çaresizliğin sessizliğinden ananın suali çekip aldı yine: "İbrahim, bunu yapmanı
Allah mı istedi?" Refika-ı hayatını ve en sevimli çağındaki yavrusunu koca çölün insafına bırakıp, boynu bükük geri dönen İbrahim'in dudaklarından tek bir kelam yayıldı boşluğa: "Evet."
Bu "
evet'' anayı başka, bambaşka bir ufka kanatlandırmıştı adeta: "Git o halde İbrahim, Allah bizi zayi etmeyecektir.'' O artık tevekkülün doruklarında, teslimiyetin anasıdır. Teslimiyet bundan öteye artık Hz. Hacer'e teslimdir. Zor ve amansız bir çöl hayatı başlar Hacer ve oğlu için. Ana yüreği, insanın kendi sesinin yankısından tedirgin olduğu bu vadide her gece bir başka korkunun nöbetini tutar ve her açan günde bir başka umudun peşine düşer. Kısa bir müddet sonra kırbasındaki su, heybesindeki hurmalar tükenir. Ufukta
açlık ve
susuzluk vardır şimdi, açlık ve susuzluk...
Kendisi neyse de kucağındaki bebesi ne olacaktır? Bir şeyler yapmalıdır. Umutsuzluğa asla yenilmemeli, mutlaka bir şeyler yapmalıdır. Bütün ihtimallerin kapısını dövmeli, muhalden çare devşirmenin peşine düşmeli, didinmeli, bir şeyler yapmalıdır. Iztırar haline bürünmüş anne, o ruh haliyle salar kendini Safa'dan Merve'ye ve bir anne şefkatiyle
döner gelir Merve'den Safa'ya... Çırpınır, koşturur, say eder. Umudunu gayrete, gayretini umuda bular, sarmalar say eder.
Arap yarımadasının bu en kurak ve çorak yerinde su aramak mucize aramaktır bir yerde. Ana yüreği bu. Vazgeçmez, aradığının adı mucize de olsa, say eder... Her şeyin zimamını elinde tutan Yüce Kudret, teslimiyetin ve tevekkülün anası Hz. Hacer'e ilk
hediyesini, işte sebeplerin� "artık ben yokum'' dediği kertede sunar. Tepeden tırnağa iman kesilmiş ve kendisini sadece Allah'a teslim etmiş bir anneye, Allah'ın hediyesi ab-ı hayatın ta kendisidir. Yani
mübarek zemzem...
O gün bugündür milyonlarca insanı sulayan, besleyen,
temizleyen zemzem. Şartların penceresinden seyredildiğinde asla olmaması gereken bir yerde çağıldayan ve kaynağı hâlâ doğru dürüst bilinemeyen zemzem. Önünde coşkun bir pınar gibi akıp giden suyun biteceği endişesiyle bir yandan kumdan setlerle etrafını çevirmeye çabalayan, bir yandan da durması için "zem, zem" diye suya söz geçirmeye uğraşan Hz. Hacer'in kulaklarında o gün kocasına söylediği söz yankılanıyordu. Şükranla... Minnetle...
"O halde git İbrahim. Allah bizi heder etmeyecektir."
Bir kadının, hele de bir annenin başına gelebilecek en acı ve sarsıcı felakete; yani yalnızlığa, yani kimsesiz kalmaya, yani terk edilmeye, kendisini her şeyin asıl ve yegâne Sahibi'ne teslim ederek direnen ve sabreden Hz. Hacer'e Allah'ın ihsan ve ikramı zemzem değildi yalnızca... Hz. Hacer'in, İsmail'iyle beraber yalnızlığın ve kimsesizliğin insafına terk edildiği kervan geçmez kuş uçmaz o
belde, Arap yarımadasının o en kurak ve çorak yeri teslimiyetin anasının, yüzü suyu hürmetine Mekke oluyordu. Yalnızlığın cenderesinde, kendisini Malik-ül Mülk'e teslim ederek yaşayan Hz. Hacer'e, Allah, Mekke'yi; yeryüzünün gözbebeği Kâbe'yi de sinesine saran ve sinesinde saklayan Mekke'yi, milyonlarca insanın her gün defalarca kalbi ve kalıbıyla nazar ettiği Mekke'yi, Allah'a ve
ahiret gününe iman eden her insanın gitmek, görmek, kalmak için can attığı Mekke'yi hediye ediyordu. Yarı yolda bırakmak, unutmak, terk etmek yoktu. İlahi
vefanın ta kendisiydi bu.
Baba...
Efsane şehir Babil nefesini tutmuş, korku ve dehşetle olanları seyrediyordu. Nemrut'un adamları günlerdir tepeleme yığdıkları odunları nihayet birazdan ateşe verecek, bir mancınığa bindirdikleri İbrahim'i, alevleri göğü tutuşturacak o cehennemin içine savuracaklardı. İbrahim, mancınığın tepesinde bir dağ gibi duruyordu.
Emin... Korkusuz... Vakur...
Nebiler yoldaşı Cibril tüllendi yanında. "Yardım ister misin?" diye sorduğunda, o çoktan, kendisine "Halil'im" diyen Rabb'iyle hemdem olmuştu. "Benim vekilim Allah'tır. Ben kendimi O'na teslim etmişim." diye fısıldadı meleğe... İbrahim, insanların birbirine karışan uğultuları ve çığlıkları arasında fırlatıldı ateşin kucağına. Babil'i eriten yangının göbeğine doğru, meleklerin kanatlarında süzülürken İbrahim, dudaklarında Rabb'ine verdiği söz kristalleşiyordu bir kez daha vird-i zeban gibi.
"Ben âlemlerin Rabb'ine teslim oldum."
Bir gülistan ağuşunu açmış bekliyordu düştüğü yerde İbrahim'i. Kendisine "Halil'im" diyen Dost'unun hazırladığı "makam-ı İbrahim'de" ârâm eyledi günlerce İbrahim. Ateş, İbrahim'i değil, İbrahim ateşi yaktı. Canıyla sınandı İbrahim. Canını sundu İbrahim.
"Can ile bizden eğer hoşnut ise Canımız.
Cana minnettir O'nun
kurbanı olsun Canımız.
Canımı canan eğer isterse, minnet Canına.
Can nedir ki, onu kurban etmeyem Cananım'a..."
Aradan seneler geçti. İbrahim, Dost'undan, soyunu sürdürecek, hikmeti taçlandıracak ve Dost'unun adını bayraklaştıracak bir "salih evlat" istiyordu nice zamandır. Seven sevdiğini sevindirmez mi hiç?..
Allah, İsmail'i bağışladı Halil'ine;
İsmail ömrünün meyvesiydi. İsmail gözünün aydınlığıydı. İsmail insanlığın bahtıydı. Ve bir gün... 'Sıra sende', dedi Halil'i İbrahim'e, 'Sıra sende'. İsmail'i geri istiyorum. İsmail'i ver bana. Seven sevdiğini sevindirmez mi hiç?..
İsmail'inden emindi İbrahim. Ama yine de sordu. "Oğlum, ne dersin?" dedi. "Rüyamda ben seni Rabb'ime kurban ettiğimi gördüm, ne dersin?" Teslimiyetini Allah'ın kuranlaştırdığı bir
babanın ve teslimiyetin anası olmuş bir kadının ocağında boy vermişti İsmail... "Ne emredildiyse onu yap ey babam. Ben sabredeceğim inşallah." Seven sevdiğini sevindirmez mi hiç?..
İbrahim, bir ömür düşlediği yavrusunu yere yatırdı. "Oğlum, senin için Rabb'im" dedi. Bıçağı İsmail'in boynuna, İsmail boynunu bıçağa uzattı. Bıçak İsmail'i değil, İsmail bıçağı kesti. Bir ses kapladı yerle gök arasını: Allahü ekber. Başını kaldırdı İbrahim. Nebiler yoldaşı Cibril,
cennet muştusu bir koçla tebessüm ediyordu. Üçü bir oldular. Yeri ve göğü velveleye verdiler: "Allahü ekber. Lâ ilâhe illallâhü vallahü ekber. Allahü ekber ve lillâhil hamd."
Seven sevdiğini sevindirmez mi hiç?.. Allah, evvela canını, sonra candan öte cananını, şeksiz-şüphesiz, hilesiz-hilafsız kendisine adayan Halil'ine, nasıl mukabelede bulunacaktı acaba?.. Rahman, onu ilk yaratılan son nebinin kitabında destanlaştırdı. "Seni şüphesiz bütün insanlara imam yapacağım." Hazreti İbrahim, bugün bütün teşehhütlerimizde Efendimiz'in komşusu, semavi dinlerin ortak atası ve "
buluşma" noktasıdır. Ve Efendimiz'in eliyle gelen Kur'an'ın diliyle, "Kıyamete kadar gelecek sonraki nesiller arasında onun pak ismi bir yâd-ı
cemil olarak her daim yaşayacaktır."
İman burcunda yükselen bir teslimiyet ile... Teslimiyetle yoğrulmuş bir adanmışlık ile... Ve aşk ile... "Selam olsun İbrahim'e!"
Evlat...
Daha delikanlılığa heveslenen toy bir çocuktun. "Sana emredilen neyse onu yap ey babam. Ben inşallah sabredeceğim." deyip bıçağa boynunu uzatırken... Bir daha geriye dönemeyeceğini, dünya gözüyle bir daha göremeyeceğini bile bile, anacığından nasıl kopabildin ey İsmail? Şeytan kapını çaldığında, "Baban seni boğazlayacak. Daha yaşanacak koca bir ömür var önünde. Kaçsana!" dediğinde hiç sarsılmadın mı?
Hayatın, bir çocuk gülüşü kadar temiz ve bir anne öpücüğü kadar
tatlı olduğu o demde, boynunu bıçağa uzatırken, bir an olsun tereddüt etmedin mi sahiden?
Ne zor ve çetin bir imtihandı bu,
Ama İsmail babasının oğluydu. Anasının has evladıydı. Teslimiyetini Allah'ın kuranlaştırdığı bir babanın ve teslimiyetin anası olmuş bir kadının ocağında boy vermişti. Teslimiyet gıdaları, tevekkül azıkları olmuştu yıllar yılı. İnanmışlar, teslim olmuşlar ve tevekkül etmişlerdi... Ve nihayet
bıçak İsmail'i değil, İsmail bıçağı kesti. İdrak sınırlarımızı darmadağın eden bu imtihanlar silsilesinin sonunda Rahmet-i Sonsuz'un Hz. İsmail'in bahtına sunduğu ihsan-ı İlahi, onun gencecik çağında yaşadığı sınavın ne kadar şiddetli olduğunu anlatıyordu aynı zamanda.
Allah, Hz. İsmail'e, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Hz. Muhammed'i armağan etmişti. İlk yaratılan son nebinin mübarek ve pak soyu Hz. İsmail'e dayanıyordu. Yüce Nebi, "Allah, Âdemoğulları'ndan İsmail'i, İsmailoğulları'ndan Kinane'yi, Kinaneoğulları'ndan Kureyş'i seçti. Kureyş'ten Haşimoğulları'nı, Haşimoğulları'ndan da beni seçti." buyurarak seslendiriyordu bu gerçeği.
Bu ne güzel bir ihsandı. Bu ne güzel bir mükâfat... Baba... Anne... Ve oğul... Tam inanmışlar, tam teslim olmuşlar, tam tevekkül etmişlerdi. İman ettikleri Rab'lerine, her şeylerini ama her şeylerini kurban ederek göstermişlerdi samimiyetlerini. Kalplerinde, Rab'lerinin sevgisinden daha aşkın bir sevgiye asla yer olmadığını, o sevginin hatırına, sevdikleri kim ve ne varsa feda edebileceklerini ispat etmişlerdi. Vazgeçemeyecekleri tek şeyin Rab'leri olduğunu anlatmışlardı böylelikle. Kurban, bu demek değil miydi zaten?
Bayramınız mübarek olsun... Ve Bayram... Rıza-yı İlahi ve aşk-ı hakiki'ye ulaşabilme uğruna, bedenini ateşe, ciğerparesini bıçağa teslim etmeyi göze alabilenlerin bayramı... Zorlukların sıradağlar gibi çevrelendiği bir yapayalnızlık vadisinde, her şeye diz çöktüren bir aşmışlık ve teslimiyet içinde, varlığını her şeyin sahibine emanet edebilenlerin bayramı... Vefa, sadakat ve teslimiyet rampalarından kanatlanıp, "ubudiyetin" engin semalarında dalgalanırken, mele-i ala'nın sakinlerine iç geçirten "kulların" bayramı... "Ey Rab, mahşer günü, vücudumu o kadar büyüt, o kadar büyüt ki ve sonra da beni cehennemine koy ki, benden başkasına yer kalmasın." duasıyla inleyenlerin kendine ait ne varsa, nihayetine kadar hepsini, insanlığın ebedi mutluluğuna "kurban" etmeye heveslilerin bayramı... "İnsanlığın geleceğini
selamette görme adına, cehennemin alevleri içinde yanmaya razı", bir İbrahimî adanmışlık ve kararlılık içinde, yeryüzünü İsmail gülşenine dönüştürmeye sevdalıların bayramı...
Bir bayram sabahı aydınlığında, kalbi bayram neşvesiyle çırpınırken... Çocuğunu koklayıp,
harçlık verirken... Eşiyle kucaklaşıp bayramlaşırken... Kurban etiyle süslenmiş sofraya "bismillah" çekip otururken... Ve kim bilir daha bayramın hangi zevkinin sefasını sürerken, ömürleri boyunca bir defa bile bu saadeti tadamayacak insanların da yaşadığı bilinciyle, "yüreğinin bir yanını hep ezik tutmayı" başarabilenlerin bayramı... Fakire, yoksula, kimsesize, çaresize, yetime el uzatanların bayramı... Yurtsuza oba, üşümüşe aba, acıkmışa çorba, susamışa ab-ı hayat olanların bayramı... Gücü yettiğince dünyanın her muhtaç köşesine, katar katar, 'kurbanlık'larla süsleyerek iyilikler, güzellikler götürenlerin bayramı... Her şeye rağmen, ne pahasına olursa olsun, sevmeyi sevenlerin, tevazu ile yürüyenlerin, hoşgörüyle oturup kalkanların, insanca yaşamaya talip olanların bayramı... İyilerin ve iyiliklerin bayramı... Güzelin ve güzelliklerin bayramı... Unutmayanların bayramı... Ve elbette, hiç şüphesiz unutulmayanların bayramı... Bizim bayramımız... Mübarek olsun...
ALİ TOKUL (EĞİTİMCİ / YAZAR)