Dolayısıyla Batı'da Cecil B. DeMille ile pratiği başlayan ve bir çeşit 'kilise sineması' olarak nitelendirilebilecek 'dinî sinema'ya karşılık gelen yerel bir kavramdan da söz edilemezdi.
Başını DeMille'in çektiği bu akım daha ziyade kuramsal birtakım metinleri referans alarak
ürün veriyordu. Bu nedenle Batı'nın birçok elbisesi gibi, bu sinema türü de bizim kültürümüze pek uygun değildi. Aynı mantıkla çekilen birkaç film, kuru ve
komik birer taklitten ileri gitmedi zaten.
Yücel Çakmaklı, 1963 yılında Yeni
İstanbul gazetesinde sinema yazıları yazmaya başladığında tiyatrocu kuşağın ve Batılı sinema dilinin etkisinden kurtulmaya çalışan
Yeşilçam, enteresandır ki çıkışı yine Batılı kavramlar üzerinden arıyordu. İtalyan ve
Fransız sinema akımları
yerli sinemacılar için şahane birer çıkış kapısı sunuyordu. İtalyan gerçekliğinden esinlenen yerli yönetmenler, üzerine bir miktar 'köy' sosu ekleyerek bir önceki dönemin tamamen oryantalist sayılabilecek olan bakış açısını kırmayı deniyordu.
Öğrencilik yıllarında sinemaya ilgi duyan ve askerden
döner dönmez sektöre yazar olarak giren Çakmaklı, işte böylesi bir dönemde yazdığı yazılar ile
inanç ve kültürün etle tırnak gibi birbirinden ayrılamayacağını, millî olanın evrensel ve insanî birtakım hasletleri de içerdiğini ileri sürmeye başladı. Ona göre insanlığın evrensel sıkıntılarından biriydi yozlaşma. Kendi değerinden uzaklaşmak, insanî olandan uzaklaşmayı beraberinde getiriyordu.
O dönem
Türk sineması çok sağlam kuramsal tartışmaların yaşandığı bir süreçten geçiyordu. '
Ulusal,
halk,
devrimci, toplumsal gerçekçi, ATÜT' gibi kuramlar havada uçuşuyordu. Bu bağlamda ele alınırsa Çakmaklı'nın yaptığı şey sıra dışı ve ayrıksıydı. Uzunca bir süre 'Millî
Sinema' kavramı üzerine kafa yoran Çakmaklı, halihazırdaki yönetmenlerin bu kavrama rağbet göstermediğini görünce kendisi sinemaya girdi. Önce Fahir Seden ve Orhan Aksoy gibi klasik Yeşilçam melodramcılarının yanında çıraklık yaptı. O güne kadar yapılmayan bir şey yaptı ve
Kâbe Yollarında isimli belgesel ile Müslümanlar için kutsal sayılan Kâbe ve mukaddes beldeleri ülkemizde ilk kez 35 mm ile filme çeken yönetmen oldu. Ve kısa süre sonra, yıllardan beri kuramsal anlamda içini doldurmaya çabaladığı akımın ilk ürününü vermek için bir film şirketinin kurulmasına önayak oldu: Elif
Film.
Yücel Çakmaklı, yazarlığının aksine yönetmenliğinde oldukça popüler bir tarz
tercih etmişti. İlk filmini çekmek için dönemin en popüler iki romanını değerlendirmeye aldı:
Huzur Sokağı ve Minyeli Abdullah.
Hekimoğlu İsmail'in romanını o döneme göre biraz
erken bulduğu için sağlam bir aşk hikâyesi kurgusunda yıllardır savunduğu değerleri işleyen
Huzur Sokağı'nı 'Birleşen Yollar' ismiyle perdeye aktardı. Halkın gösterdiği rağbet müthiş oldu.
Türkan Şoray, filmdeki rolüyle starlığını zirveye taşıdı. Dahası önemli bir izleyici kitlesi oluşturmayı başardı Çakmaklı.
Çakmaklı'ya göre sinemanın türü ne olursa olsun "millî" olabilmesi mümkündü.
Belgeselden melodrama, savaştan tarihî filmlere kadar... Nitekim her zaman yaptığı gibi tüm bunların örneklerini, çektiği filmlerle verdi. Sonra Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) bünyesinde bu işle amatörce ilgilenen
gençleri
teşvik etti, hatta Elif Film'i onlara devredip kendisi televizyona geçti. Yine öncü olmuştu.
Mesut Uçakan,
Salih Diriklik,
Mehmet Kılıç gibi gençler Milli Sinema'nın farklı örneklerini verirken o TRT'de yine ilkleri gerçekleştirmişti bile. Bir Adam Yaratmak, Denizin Kanı, IV. Murat,
Hacı Arif Bey, Küçük Ağa,
Kuruluş bunlardan sadece bazılarıydı.
Milli Sinema akımının ikinci sıçrayışında yine onun önayak oluşunu görürüz. 1969 yılında çekemediği Minyeli Abdullah'ı 20 yıl sonra çekerek yine büyük ilgi görür ve bir dalga oluşturur. Birçok genç ve usta yönetmen, benzer hassasiyetler ile film çekerler. Yalnız Değilsiniz, Çizme, Sürgün, Kelebekler Sonsuza Uçar bu dönemde çekilir.
Lügatinde 'hayır' olmayan bir sinemacıydı Yücel Çakmaklı, nereden ve kim çağırırsa koşar, bardağın hep dolu tarafına bakardı. Bugün geriye dönüp baktığımızda Bir Adam Yaratmak, Sahibini Arayan Madalya gibi 7. sanat açısından da oldukça mühim filmlere imzasını atmış, cesur ve öncü bir inanç insanını yitirdiğimizi anlıyoruz. Mekânı
cennet olsun!
***
Mesut Uçakan (
Yönetmen): Çakmaklı'yı anlamadan Türk sinemasını anlamak mümkün değil
1970'li yıllara kadar inancına küfreden, çarpık imam tipleriyle değerlerine uzak düşen Türk sinemasında ilk defa kendi inancını cesaretle savunan büyük bir sinema adamıydı. İstikrarlı şekilde bir milli sinema anlayışını sürdürdü. Tarihi bir kişilik olarak Yücel abiyi anlamadan Türk sinemasını anlamak mümkün değil. Bir sonraki nesil, Yücel abinin eserleriyle şekillendi. Bunun önemini anlamak için o dönemlerin yapısını, ideolojik çatışmaları, Marksist yapılanmaları görmek lazım. Biz sinemada bir şeyler yaptıysak onun cesaretinin arkasından yürüyerek yapabildik. Üzerimizde çok büyük hakkı var.
Sırrı Süreyya Önder, (Senarist/Yönetmen): Yılmaz
Güney'in filmini çekecekti
Edebî metinleri sinemaya uyarlaması yönünden çağının çok ötesinde bir gayreti vardı. Yerli sinema anlamında bir yol açıcılığı var. Onun sinema yolculuğunu herkesin, önyargıdan azade bir bakışla incelemesi gerekir.
Yılmaz Güney, ona bir
senaryo sözü vermiş; fakat her ikisi de buna fırsat bulamamış. İki ay önce görüştüğümüzde bu borcu benim üstlenmemi istemişti. Hatta birtakım projeleri de konuşmuştuk.
Hayat cevaz vermedi. Rahmetli, hiçbir projesi için böyle bir sinemanın gerekliliğine inanan insanlardan bir-iki
kuruş destek bulamıyordu. Bu, aslında hepimizin derdi. 'Derdi olan filmler'den beklenti çok büyük, fakat destek sıfıra yakın. En sonunda, birilerinin kaderi, bir küçücük gazete haberi!
Suat Yalaz (Karikatürist): Ondan, yeni filmler bekliyordum
Milliyetçi Türk sinemasının temsilcisi diye bilinirdi. Çok değerli bir arkadaşımızdı. Türk sinema sanatına, Türk tarihine, Türk kültürüne
hizmet verici eserler yaptı, yapıyordu, yapılmasına yardımcı oluyordu. Geçen sene çok güzel bir
ödül de aldı. Kendisi benden çok genç. Ben bile hâlâ sinema yapmaya çalışıyorken onun aramızdan ayrılması çok üzdü beni. Epeydir gizli kaldı, ama bir şeyler hazırlıyordur, diyordum; meğer bize kötü bir
sürpriz hazırlıyormuş.
Ahmet
Özhan: Bu kültürün evladıydı
Yücel ağabey,
psikolojik baskıları, hegemonya altında olma tehlikelerini göğüsleyebilmiş nâdir şahsiyetlerden biriydi. Kendi sinemasını, duruşunu taviz vermeden dünyaya ayrı bir
renk olarak işlemeyi becerebilmiş bir insandı. Son derece mütevazı duruşuyla, uygar ve uyumlu ilişki biçimiyle bir şeyler ortaya koymayı başarmış, bunu da sağda solda yüceltme peşinde olmamıştı.
Allah ona nasip etmiş, ismini Yücel koymuş ve yaptığı işlerle de yüceltmişti. Ayrıca kendini yüceltmek gibi bir kompleksi olmadı. Sıradan bir hayat içerisinde sıra dışı işler yapan bir insandı. Bu kültürün bir evladıydı. Üreteceği daha çok şey olduğunu söyler, "Yücel ağabey, senin emeklilik diye bir hakkın yok." derdim. Ben hâlâ bu duygular içinde Hacı Arif Bey'leri Aliş ile Zeynep'leri, o günleri beynimde yaşıyorum.
Ayşe Şasa (Senarist): Otantik filmler bıraktı
Çok iyi, çok değerli bir sanatçıydı. Gayet otantik, orijinal bir duygu dünyası olan filmler bıraktı bize.
Halit Refiğ de şu an hastanede. O da iyi olur inşallah.
ZAMAN