Sadâkat, Allah ile bir mukavele, bir sözleşme ve bir iç yemindir. Ona başlangıcı itibarıyla ve bir yönüyle nazârî veya enfüsî sadâkat da denebilir. Neye söz verilmişse onu harfiyen yerine getirmek ise onun amelî yanını teşkil eder.
Sıdk ve Sadâkat
İç yemin şeklindeki sadâkati orada bırakıp da amel ve aksiyona taşımamak insanın çelişkisi olur. Bir taraftan Allah’a sadâkat beyan ederken, diğer yandan O’nun emirlerine muhalif davranan kimse, sâdık davranmıyor ve döneklik yapıyor demektir.
Sıdk; doğru sözün yanında doğru davranışı da ihtiva eden, her türlü uydurma beyan ve tavırdan arınmış olmayı da çağrıştıran ve insanın iç-dış, gizli-açık her halini aynı çizgide götürmesi, hilâf-ı vâki her şeye kapanıp, hayatını doğruluğa göre planlaması manalarına gelen daha şümullü bir tabirdir.
Sadâkat ise; söz ve tavırlarla beraber duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde de doğru olma, hak ve hakikate yürekten bağlı kalma, dostlarına karşı hep vefa hisleriyle dolu bulunma, şartlar ne olursa olsun hainlik ve döneklik yapmama, gönül verdiği kapıdan asla ayrılmama ve riya, tasannu, maddî-manevî çıkar hesabı gibi kötülüklerden arınarak hâlis bir niyetle Allah yoluna bağlanma manalarının hepsini ifade eden muallâ bir kelimedir.
Tebük Seferi
Tebük Seferi, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in Şam’da toplanan kırk bin kişilik Roma ordusuna karşı yapmış olduğu askerî harekettir. Bu hareket, Arap yarımadasının kuzeyinde, Medine ile Şam’ın ortasında bulunan, suyu ve hurmalığı bol bir yer olan Tebük’e kadar uzanıp orada sona erdiği için bu adı almıştır. Ciddî bir savaş hazırlığı içinde gidilip de, savaş olmadan geriye dönülen Tebük Seferi’nde, o zamana kadarki en güçlü ve düzenli İslâm ordusu techiz edilmiş; Romalılara karşı sindirme harekâtı ve savaş tatbikatı yapılmış ve neticesi itibarıyla askerî ve siyasî açıdan önemli bir zafer kazanılarak geri dönülmüştür.
Sıcaklık, kuraklık, kıtlık, uzaklık ve düşman ordusunun gücü gibi unsurların iyice zorlaştırdığı bu sefere çok çetin bir savaş olacağı mülahazasıyla çıkılmıştı. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ), güçlüsüyle zayıfıyla bütün müslümanları açıktan cihada davet etmiş ve inananlar arasında umumî seferberlik havasının yayılmasını sağlamıştı.
Münafıklar, her meseleye nefsanîlik açısından yaklaşıp her şeyi egoizmaya bağlı değerlendirdikleri için sürekli fesada sebebiyet verdikleri gibi, gerek Tebük gazvesi hazırlıklarında ve gerekse yolculuk sırasında fitne çıkarmaktan geri durmamışlardı. Münafıklardan yaklaşık seksen tanesi Tebük seferine katılmamak için Rasûl-ü Ekrem’e bir sürü bahane saymış ve izin istemişlerdi. Onlardan bazıları da, ganimet devşirmek ümidiyle orduya katılmış ama yol boyunca bozgunculuk yapmaktan bir an dûr olmamışlardı.
Geri Kalanlar, Mazeret Döktürenler ve Doğruluktan Ayrılmayanlar
Mü’min olduğu halde küçük bir ihmalden dolayı geride kalıp İslam ordusundan ayrı düşenler de mevcuttu. Kâ’b b. Mâlik, Mürare b. Rebî’ ve Hilâl b. Ümeyye de “nasıl olsa yetişirim” deyip ağırdan alan ama Tebük Kervanı’nı kaçırdıktan sonra ona ulaşma fırsatını bir daha da hiç bulamayan ve meşrû bir özrü olmadığı halde sefere katılmayan mü’minlerdendi.
Hazırlıklı, düzenli ve güçlü İslâm ordusunun her çeşit savaş riskini göze alarak Tebük’e kadar ulaşması, psikolojik bakımdan güç dengesini Müslümanların lehine çevirmişti. Hicaz’a saldırıp İslam coğrafyasını yakıp yıkmak üzere yola çıkan Heraklius ve askerleri, mü’minlerin cesareti karşısında çok korkmuş, dehşete kapılmış ve savaştan vazgeçmişlerdi. Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) Tebük’te yirmi gün kadar kaldıktan sonra, Ashab-ı kiramın ileri gelenleri ile istişare ederek geri dönmeye karar vermişti.
Fahr-i Kainat Efendimiz, seferden döndüğü zaman, Tebük gazvesine katılmayıp Medine’de kalanlar tek tek gelip özür dilemişler ve mazeretlerini yeminlerle te’yit etmişlerdi. Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz de, onların sözlerini dış görünüşleri itibarıyla kabul edip, işin iç yüzünü ve onların niyetlerini Allah’a havale etmiş ve haklarında istiğfarda bulunmuştu. Sadece, Kâ’b b. Mâlik ve diğer iki arkadaşı Rasûl-ü Ekrem’in huzuruna girince bahane uydurma yoluna gitmeden doğruyu söylemiş ve haklarında verilecek hükmü intizar etmişlerdi.
Kâ’b b. Mâlik, Akabe’de İnsanlığın İftihar Tablosu’na bey’at etmiş, Bedir dışındaki bütün gazalara katılmış; kılıcı kadar sözü, sözü kadar da kılıcı keskin bir insandı. Fakat, her türlü imkana sahip olduğu ve bir özrü de bulunmadığı halde Tebük seferine katılmamıştı. En muteber kaynaklarda nakledilen hadis-i şeriflere göre; Hazreti Kâ’b kendi serencamesini şöyle anlatmıştır:
Kâ’b b. Mâlik’in Hicranı
“Ben hiçbir zaman, katılmadığım bu gazve sırasındaki kadar kuvvetli ve zengin olamamıştım. Vallahi Tebük Gazvesi’nden önce iki deveyi bir araya hiç getirememiştim; fakat, bu sefere çıkılacağı esnada, iki tane binek devesine birden sahiptim.
Aslında, Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gazveye hazırlandığı zaman asıl hedefi söylemezdi, bir başka yere gittiği sanılırdı. Ne var ki, bu gazve sıcak bir mevsimde, uzak bir yere yapılacağı ve kalabalık bir düşmanla karşı karşıya gelineceği için Rasûl-ü Ekrem hedefi açıkça söylemiş; iyice hazırlanabilmeleri için müslümanlara nereye gideceklerini haber vermişti.
Diğer taraftan, Rasûlullah (aleyhissalatü vesselam) ile beraber harbe gidecek müslümanların sayısı çok fazlaydı. Herkesi isim isim bir deftere kaydetmek mümkün değildi. Savaşa gitmemek için gözden kaybolunduğu takdirde, hakkında bir âyet nâzil olmadıkça, işin gizli kalacağı zannedilebilirdi. Dahası, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu seferi meyvelerin olgunlaştığı ve gölgelerin iyice tatlılaştığı sıcak bir mevsimde yapmıştı. Ben de bunlara pek düşkündüm.
Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile müslümanlar savaş hazırlığına başladıklarında, ben de onlarla beraber harp ihtiyaçlarını tedarik etmek için evden çıkıyor, fakat hiçbir şey yapmadan geri dönüyordum. Kendi kendime de “Canım hazırlık da ne ki, dilersem çabucak hazırlanabilirim!” diyordum. Günler böyle geçti. Herkes işini ciddi tuttu ve bir sabah Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile yanındaki müslümanlar erkenden yola çıktılar. Ben hâlâ hiçbir hazırlık yapmamıştım. Bu maksatla bir süre daha çarşı-pazara gidip geldim; sabah evden çıktım, ama hiçbir şey yapamadan geri döndüm. Bu hal de böyle sürüp gitti. Savaş henüz başlamamıştı, ama mücâhidler bir hayli mesafe almışlardı. “Yola çıkıp onlara yetişeyim” dedim, keşke öyle yapsaymışım; heyhat, bu da bana nasip olmadı.
Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’den ayrıldıktan sonra, halkın arasına çıktığım zaman gördüğüm bir manzara beni çok üzüyordu: Savaşa gitmeyip geride kalanlar ya münafıklık damgası yemiş kimselerdi veya zayıflıkları sebebiyle Cenâb-ı Hakk’ın mazur addettiği özürlü mü’minlerdi.
Öte yandan, Rasûlullah (aleyhissalatü vesselam) da Tebük’e varıncaya kadar adımı hiç anmamış. Orada ashâbının arasında otururken, “Kâ’b İbni Mâlik ne yaptı? (Ondan ne haber?)” diye sormuş. Bunun üzerine Benî Selime’den bir adam, “Ey Allah’ın Rasûlü! Elbiselerine ve sağına soluna bakıp gururlanması onu Medine’de alıkoydu!” demiş. Bunun üzerine Muâz İbni Cebel ona, “Ne fena konuştun!” diye karşılık vermiş. Sonra da Peygamber Efendimize (aleyhisselâm) dönerek, “Yâ Rasûlallah! Yemin olsun, biz onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz!” diye eklemiş. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiçbir şey söylememiş.
Söz Vermemiş miydiniz?!.
Rasûlullah’ın (aleyhi ekmelüttehaya vetteslimat) Tebük’ten Medine’ye hareket ettiğini öğrendiğim zaman beni bir üzüntü aldı. Bir aralık bir yalan uydurmayı düşündüm. Kendi kendime “Ne söylesem ki yarın Allah Rasûlü’nü (aleyhissalâtu vesselâm) darıltıp gücendirmekten ve O’nun tarafından cezalandırılmaktan kurtulsam?” dedim. Yakınlarımdan görüşlerine değer verdiğim kimselerin fikirlerine de müracaat ettim. Rasûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmek üzere olduğunu söyledikleri zaman, kafamdaki saçma sapan düşünceler dağılıp gitti. İyice anladım ki, yalana başvurmakla asla kurtulamam… Her şeyi dosdoğru söylemeye karar verdim.
Derken Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir sabah Medine’ye geldi. O, bir seferden dönerken önce Mescid-i Nebevî’ye girerek iki rek’at namaz kılar, sonra halkın arasına çıkıp otururdu. Yine öyle yaptı. Bu sırada savaşa katılmayanlar huzuruna koştular; neden savaşa gidemediklerine dair mazeretlerini yemin billah ederek bir bir anlatmaya başladılar. Bu kimselerin sayısı seksenden fazlaydı. Peygamber Efendimiz onların ileri sürdüğü mazeretleri kabul etti; kendilerinden bîat aldı; Allah Teâlâ’dan bağışlanmalarını niyâz etti ve iç yüzlerini O’na bıraktı.
Sonunda ben de huzura girdim. Selâm verdiğim zaman Allah Rasûlü acı acı gülümsedi ve “Gel!” dedi. Yaklaştım ve önüne oturdum. Bana, “Niçin savaşa katılmadın? Sen Akabe’de bîat edip söz vermemiş miydin; hem sefer için binek hayvanı satın almamış mıydın?” diye sordu. Ben şu cevabı verdim: “Evet ey Allah’ın Rasûlü! Şu anda senin değil de dünya ehlinden bir başkasının yanında oturmuş olsaydım, inandırıcı mazeretler ileri sürüp, mutlaka öfkesini gidererek yanından ayrılırdım. Çünkü, -Allah’ın lütfu- insanlara fikrimi kabul ettirmeyi iyi beceririm. Fakat, yemin ederim ki, bugün sana yalan söyleyerek gönlünü kazansam bile, yarın Cenâb-ı Hak işin doğrusunu sana bildirecek ve sen bana güceneceksin. Şayet doğruyu söylersem, o zaman da bana kızacaksın. Ama ben doğruluğu seçerek Allah’tan hayırlı sonuç bekliyorum. Vallahi savaşa gitmemek için hiçbir özrüm yoktu. Hiçbir zaman gazâdan geri kaldığım sıradaki kadar da kuvvetli ve zengin olamamıştım!..”
Benim bu itirafım üzerine Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), “İşte bu doğru söyledi” dedi. Sonra da bana müteveccihen, “Haydi kalk, senin hakkında Allah Teâlâ hüküm verene kadar bekle!” buyurdu. Ben kalkınca Benî Selime’den bazıları peşime takılarak, “Vallahi senin daha önce bir suç işlediğini bilmiyoruz. Sen de savaşa katılmayan diğerlerinin ileri sürdükleri gibi bir mâzeret söyleseydin ya!.. Halbuki günahlarının bağışlanması için Peygamber Efendimiz’in (aleyhisselâm) istiğfâr etmesi yeterdi!” dediler. Beni o kadar çok ayıpladılar ki, tekrar Rasûlullah’ın yanına dönüp biraz önceki sözlerimi inkar etmeyi bile düşündüm. Sonra onlara, “Benim vaziyetime düşen başka biri var mı?” diye sordum. “Evet iki kişi daha tıpkı senin gibi itirafta bulundular. Onlara da sana söylenen söylendi.” dediler. Onların kim olduklarını sorunca da “Biri Mürâre İbni Rebî’ el-Amrî, diğeri de Hilâl İbni Ümeyye el-Vâkıfî” diyerek, Bedir Gazvesi’ne katılmış olan nümune-i imtisal iki mükemmel şahsiyetin adını verdiler. Bunun üzerine ben geri dönüp özür beyan etme fikrinden vazgeçtim.
Derken Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) gazveye katılmayanlardan sadece üçümüzle konuşulmasını yasakladı. İnsanlar bizimle konuşmaktan kaçındılar ve bize karşı tavırlarını değiştirdiler. Öyle ki, yeryüzü bile bana yabancılaştı. Sanki dünya, o zamana kadar bilip tanıdığım dünya olmaktan çıktı..
İşte, bu minval üzere tam elli gün geçirdik. Diğer iki arkadaşım halktan uzaklaşıp boyunlarını büktüler; ağlayarak evlerine kapandılar. Fakat ben onlardan daha genç ve dayanıklı idim. Dışarı çıkarak cemaatle namaz kılar, çarşıda dolaşırdım. Ne var ki, kimse benimle konuşmazdı. Bazen namazdan sonra, ashabıyla oturmakta olan Rasûlullah’a (aleyhissalâtu vesselam) uğrayıp selam verirdim. “Acaba selâmımı alarak dudaklarını kıpırdattı mı kıpırdatmadı mı?” diye kendi kendime sorardım. Sonra O’na yakın bir yerde namaz kılar ve farkettirmeden kendisine bakardım. Ben namaza durunca bana doğru yöneldiğini, ama kendisine baktığım zaman yüzünü hemen geri çevirdiğini görürdüm.
İmtihan İçinde İmtihan: “Bize Gel!..” Fitnesi
Müslümanların bana karşı sert tutumları uzun süre devam edince, bir gün dayanamayıp amcamın oğlu ve en çok sevdiğim insan Ebû Katâde’nin bahçesine gittim, duvardan içeri atladım ve selâm verdim. Hayret, vallâhi selamımı almadı. Ona, “Ebû Katâde! Allah aşkına söyle; Allah’ı ve Rasûlü’nü ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun?” dedim. Hiç cevap vermedi. Tekrar “Allah aşkına…” dedim, yine konuşmadı. Bir daha yemin verince, “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaşlar boşandı. Geri dönüp duvardan atladım ve oradan uzaklaştım.
Bir gün Medine çarşısında dolaşıyordum. Erzak satmak üzere gelen Şamlı bir çiftçi, “Kâ’b İbni Mâlik’i bana kim gösterir?” diye sordu. Halk da beni işaret etti. Adam yanıma gelerek Gassân Meliki’nden bir mektup verdi. Ben okuma yazma bilirdim. Mektubu açıp okudum. Selâmdan sonra şöyle diyordu: “Duyduğumuza göre arkadaşın seni üzüyormuş. Allah seni değerinin bilinmediği ve hakkının çiğnendiği bir yerde yaşayasın diye yaratmamıştır. Hemen yanımıza gel, seni aziz tutalım.” Mektubu okuyunca, “Bu da başka bir imtihan” dedim. Hemen mektubu tandıra atıp yaktım.
Bu boğucu elli günün kırkı geçmiş, fakat hakkımızda hâlâ vahiy gelmemişti. O sırada, Rasûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderdiği bir şahıs çıkageldi; “Allah Rasûlü (aleyhissalâtu vesselam) eşinden ayrı oturmanı emrediyor!” dedi. “Onu boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım?” diye sordum. “Hayır, ondan ayrı duracak, kendisine yanaşmayacaksın!” dedi. Peygamber Efendimiz, diğer iki arkadaşıma da aynı emri göndermişti. Bunun üzerine eşime, “Allah Teâlâ bu mesele hakkında hüküm verene kadar ailene git ve onların yanında kal.” dedim.
“Doğruluğumla Kurtuldum!..”
Bu vaziyette, sıkıntısı gittikçe artan on gece daha geçirdim. Ellinci gecenin sonunda, evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım. Allah Teâlâ’nın (Kur’ân-ı Kerîm’de bizden) bahsettiği üzere ruhum iyice sıkılmış, o geniş yeryüzü bana dar gelmiş bir halde otururken, Sel Dağı’nın tepesindeki birinin var gücüyle, “Kâ’b İbni Mâlik! Müjde!” diye bağırdığını duydum. Sıkıntılardan kurtulma zamanının geldiğini anlayarak hemen secdeye kapandım.
Meğer Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cenâb-ı Hakk’ın bizi affettiğine dair sevindirici haberi o gün sabah namazında halka duyurmuş, halk da bize müjde vermek üzere koşuşmuş. İki arkadaşıma da müjdeciler gitmiş. Bunlardan biri bana doğru at koşturmuş. Eslem kabilesinden bir diğer müjdeci de koşup Sel Dağı’na tırmanmış; oradan bağırmaya başlamış. Tabii ses attan önce bana ulaşmıştı. Sesini duyduğum müjdeci yanıma gelip beni tebrik edince, sırtımdaki elbiseyi çıkarıp müjdesine karşılık ona giydirdim. Vallahi o gün giyecek başka elbisem yoktu. Emanet bir elbise bulup hemen giydim. Rasûlullah’ı (aleyhissalâtu vesselâm) görmek arzusuyla yola koyuldum. Beni grup grup karşılayan sahâbîler tevbemin kabul edilmesi sebebiyle tebrik ediyor ve “Gözün aydın, Allah’ın seni bağışlaması kutlu olsun!” diyorlardı.
Nihayet Mescid’e girdim. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashâbın ortasında oturuyordu. Peygamber Efendimiz’e selam verdiğimde memnuniyetten ışıl ışıl, mütebessim bir yüzle, “Müjdeler olsun! Annenden doğalıdan beri yaşadığın en hayırlı gününü tebrik ederim!” buyurdu. Ben de, “Yâ Rasûlallah! Bu sizin tarafınızdan bir bağışlanma mıdır, yoksa Allah tarafından mı?” diye sordum. “Hayır, bu Allah’tan gelen bir lütuftur!” buyurdu. Rasûlullah’ın (aleyhissalâtu vesselam) vech-i mübarekleri, sürurlu anlarında, bir ay parçası gibi parıldardı. Biz onun sevindiğini böyle anlardık; o anda da memnuniyeti yüzünden okunuyordu. Ben önüne oturunca, “Ey Allah’ın Rasûlü! Tevbemin kabul edilmesine şükür olarak bütün malımı Allah ve Rasûlullah uğrunda tasadduk etmek istiyorum.” dedim. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Malının bir kısmını dağıtmayıp elinde tutman senin için daha hayırlı olur.” buyurdu. Ben de, “Hayber fethinde hisseme düşen malı elimde bırakıyor, gerisini bağışlıyorum!” dedikten sonra sözüme şöyle devam ettim: “Yâ Rasûlallah! Cenâb-ı Hak beni doğru sözlülüğümden dolayı kurtardı. Tevbemin bir gereği olarak, artık yaşadığım sürece sadece doğru söz söyleyeceğim.”
İşte, Kâ’b b. Mâlik, Mürare b. Rebî’ ve Hilâl b. Ümeyye gerçek mü’min olduklarından Tebük Seferi’ne katılmamalarını mazur kılacak bir sebep göstermek için bir sürü bahane uydurma ve mazeret döktürme yerine suçlarını itiraf etmiş, Allah Rasûlü’nden bağışlanma dilemiş ve tevbelerinin kabul olması için istiğfar televvünlü bir bekleyişe koyulmuşlardı. Rasûl-ü Ekrem (aleyhi ekmelüttehaya vetteslimat) Efendimiz de, münafıkların mazeretlerini kabul etmiş olmasına rağmen, bu üç sahabiyi cezalandırmış; onları muvakkaten dışlamış ve Müslümanları onlarla konuşmaktan menetmişti. Çünkü, bu üç büyük insan, harem dairesine girmişlerdi bir kere, başkaları gibi davranamazlardı; şayet dışarıdakiler gibi hareket ederlerse, işte bu şekilde cezalandırılmaları da icap ederdi. Nitekim, elli gün süren, ama kendilerine elli bin sene gibi gelen, büyük bir imtihana tabi tutulmuş ve sadâkatlerini ispatlayınca Allah’ın mağfiretine nail olmuşlardı. Mazeret beyan etme kadar bile olsa, hilaf-ı vaki bir beyana tenezzül etmemeleri, doğru sözlülükleri ve samimi davranışları onlara ebedî kurtuluşun kapısını açmıştı. Münâfıklar uydurdukları yalan mazeretler yüzünden helâk olurken, onlar doğrulukları sayesinde selâmete çıkmışlardı.
Sadâkat Kahramanları
Cenâb-ı Hak, onlarla alâkalı olarak şu mealdeki ayet-i kerimeyi indirmişti:
“Allah, savaştan geri kalan ve haklarındaki hüküm ertelenen o üç kişinin de tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü onlar öylesine bunaldılar ki dünya bütün genişliğine rağmen başlarına dar geldi. Vicdanları da kendilerini sıktıkça sıktı. Nihayet, Allah’ın cezasından kurtulmak için yine Allah’ın kapısından başka sığınacak hiçbir yer olmadığnı anladılar da, bundan sonra, önceki iyi hallerine dönsünler diye, Allah onları tevbeye muvaffak kıldı. Çünkü Allah tevvâbdır, rahîmdir (kullarını tevbeye yönlendirir, sonra da onların tevbelerini kabul buyurur ve onlara hep rahmetiyle muamele eder.)” (Tevbe, 9/118)
Bu ayet-i kerimenin hemen ardından Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkup takva dairesinde korunun ve sâdıklarla beraber olun!..” (Tevbe, 9/119) Görüldüğü üzere, mesele sadâkate bağlanmakta; imanda, amelde, vaadde ve sözde doğru olmak, dürüst ve dosdoğru insanlar arasında yer almak öğütlenmektedir.
Kezib, bir kafir sıfatı olduğu gibi, -ki Hazreti Pîr “Yalan bir lafz-ı kâfirdir” diyor- sıdk da bir mü’min sıfatıdır. Kimde sadâkat varsa, ona mü’min nazarıyla bakılır. Ashâb-ı kiram bu mevzuda kendilerine düşeni yapmış ve Allah’ın inayeti ve lütfuyla, o işin kahramanları olmuşlardır. Kur’an-ı Kerim onların sadâkatini şu ilahi beyanla adeta destanlaştırmaktadır:
“Mü’minlerden öyle yiğitler vardır ki Allah’a verdikleri sözü yerine getirip sadâkatlerini ispat ettiler. Onlardan kimi adağını ödedi, canını verdi, kimi de şehitliği gözlemektedir. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler.” (Ahzâb, 33/23)
Bugün bize düşen vazife de verdiğimiz sözde sabit-kadem olarak Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmek, bu yarım-yamalak teveccühe mukabil O’nun da teveccüh edeceğine inanmak; sadâkat dili, sadâkat heyecanı ve sadâkat tavırlarıyla yaşayarak her zaman sadâkatimizi ortaya koymaktır.
Sohbetin tamamını dinlemek için tıklayınız