Çay Faslından Hakikat Damlaları: Nefis Muhasebesi ve İbrahim Edhem Hazretleri
-Allah (celle celalühu) ve Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz tarafından belirlenen mükellefiyetlerde insanın seçme hakkı yoktur; onlar mutlaka yerine getirilmelidir. Fakat, bir başkasının da yapabileceği ya da rıza-yı ilahiye uygun olup olmadığı tam kestirilemeyen işlerde bir seçme hakkı bulunabilir. Şu kadar var ki, bir işi yapıp yapmama mevzuunda iç içe, karışık hisler ve mülahazalar olabilir. Cenâb-ı Hakk’ın muamelesi ise niyetlere göredir. (00:40)
-Acaba bir işi isteyerek yapmak mı yoksa -şartların müsait olmadığı bir yerde abdesti tastamam almak gibi- içten gelmese de vazife şuuruyla yapmak mı daha faziletlidir? Benim de böyle konuşma yapmak içimden hiç gelmiyor. Hatır için yapıyorum; hatır için yapınca da bu işin içinde Allah rızası olup olmadığına dair şüphem var. (02:55)
-Acaba bizim ruhsuz, anlamsız içten gelmeyen, sözlerimizden dolayı mı bu insanlar hep oldukları yerde kalıyorlar? Ciddi bir aşk u heyecan yok.. ciddi bir canlılık yok.. ciddi bir adanmışlık yok.. ciddi bir kendini vakfetmişlik yok.. ciddi bir beklentisizlik yok.. “Ben ölüp ölüp dirileyim burada, hiç önemli değil, elverir ki Müslümanlığa ait en küçük şey ölmesin! Ben bin defa yurdumla yuvamla, çoluk çocuğumla, aile efradımla zir u zeber olup gideyim ama dinin en küçük emri ayaklar altında olmasın…” Bu heyecan, ruhlarda hasıl olmuyorsa insan bunu kendinden bilmeli. (05:01)
-Cenâb-ı Hak Hazreti İsa’ya,
Ey İsa! Önce kendi nefsine nasihat et; o, bu nasihatı tuttuktan sonra başkalarına hayırhâh olmaya çalış; yoksa benden utan.” buyurur. (06:14)
-Kendini yerden yere vurmayan bir insan bazen kaderi yerden yere vurur bazen de başkalarını. Oysa ki kabahat kendinden kaynaklanmakta, etrafına taşmakta ve çevresine de bulaşmaktadır. İnsan kendiyle yüzleşmeli ve her zaman “Tevbe ya Rabbi! Hata râhına gittiklerime. Bilip ettiklerime, bilmeyip ettiklerime!” (M. Naci) demelidir. Özellikle içinde bulunduğumuz enaniyet asrında bu mülahazaya çok ihtiyaç var; zira, kendisini böyle bir yere koyan insan, durması lazım gelen yeri de belirlemiş olur; yoksa o, zamanla hiçbir hatasını göremez hale gelir. (08:30)
-Kendini bir şey sayan lâşey demektir. Her şey bir şeydir, en densiz şey bile bir şeydir, fakat kendini bir şey sanan hiçbir şeydir. Kendini lâşey görmelisin ki nezd-i ulûhiyette bir şeye tekabül edebilesin. (11:20)
-Rivayetlere göre, İbrahim Edhem (rahmetullahi aleyh) Belh’in padişahıymış. Bir gece, yumuşacık yatağına uzanmış yatarken aynı zamanda kendi kendine mırıldanıyormuş; “Allahım beni maiyyetinden mahrum etme; şu aciz kulunu Firdevs’inle şereflendir. Allahım, beni Peygamberine komşu eyle!..” türünden sözler söyleyerek dua ediyormuş. O sırada çatıda birinin yürüdüğünü fark etmiş, ayak sesleri duymuş. Hemen, “Kim var orada, sen kimsin?” diye bağırmış. Çatıdaki adam, “Merak etmeyin efendim; bir zarar verecek değilim, devemi kaybettim de onu arıyorum!” demiş. İbrahim Edhem, “Be adam, çatıda deve aranır mı?” deyince, aklını başına getiren şu cevabı almış: “A be sersem; sen Allah’ın maiyyetini yatakta arıyorsun ya!.. Peki yatakta Allah aranır mı, uzanmış yatarken Peygamber aranır mı!” İşte, bu sözler İbrahim Edhem’e yetmiş. Demek ki, kalbi ölmemiş ve vicdanı felç olmamış bir insanmış; duyduğu bir iki cümle onu kendine getirmeye kifayet etmiş. O gün malı-mülkü, makamı-mansıbı elinin tersiyle itmiş, saltanatı terketmiş ve varıp Mescid-i Haram’a kendini ubudiyete vermiş. (12:15)
-İbrahim Edhem hazretleri bir gün, “Allahım, Senin uğruna her şeyi terkettim; burada rahmetinin tecellilerini ötede de Cemâlini görebilmek için yurdu-yuvayı arkada bıraktım; artık aşkınla beni parça parça etsen de, şu kalbim Senden başkasına kaymayacaktır.” mülahazalarıyla dopdolu olduğu bir sırada, metafta (Kâbe’nin etrafında tavaf yapılan yerde) oğlunu görür. Nasılsa, oğlu da onu görüp tanımıştır; göz göze gelir ve bir süre bakışırlar. Senelerin verdiği hasret, ikisini birbirine koşturur. İhtimal, onca sene ayrılıktan sonra, öyle bir karşılaşma Hazret’in his dünyasına büyük bir tûfan halinde tesir eder, onun gönlünde bir fırtına meydana getirir ve Hak dostu az da olsa içinin aktığını hisseder. Oğul kendini babasının kucağına atınca, o da yılların hicranıyla oğluna sarılır. Tam sarmaş dolaş olurlar ki, hâtiften bir ses gelir: “İbrahim, bir kalbde iki sevgi olmaz!” İşte o an İbrahim Edhem’den bir çığlık kopuverir: “Muhabbetine mani olanı al, Allahım!” Az sonra da oğlu ayaklarının dibine yığılır kalır. (16:00)
-İbrahim Edhem hazretleri münacaatında önce “teşbib” (her şeyden önce sevgiliden bahsetme, ona karşı sevginin büyüklüğünü ortaya koyma ve talebi sona bırakma sanatı) yapıyor ve şöyle diyor:
“Ya Rabbi, Sen’in aşkına tutuldum da Sen’den gayrı her şeyi terk edip huzuruna geldim. Seni göreyim, Seni duyayım diye bütün aile efradımı yetim bıraktım. Eğer hiçbir şeye yaramıyor diye beni koparıp atacaksan, vallahi kalbim Sen’den başkasına asla teveccüh etmez, parça parça etsen bile Sen diye inlerim ben!”
“İlâhî! Asî kulun yine kapına geldi; (dağlar azametindeki) günahlarını ikrar edip, ellerini Sana açıyor ve sadece Sana açar. Şâyet Sen mağfiret edersen, hiç şüphesiz o Sen’in şânındandır; kovarsan dergahından, beni Sen’den başka kim affedebilir?!.”
“Kapına gelmiş ve Senin şefkatine nâil olmayı uman bu zayıf bîçârenin günahlarını affet. Her ne kadar defteri isyanla dolu olsa da, ey Müheymin, Sen’den başkasına secde etmedi, etmeyecek.” (17:31)
Soru: Günümüzün karasevdalılarının şimdiye kadarki hizmetlerinin gerçekleşebilmesi için binlerce vesilenin bir araya gelmiş olması gerektiği ve bunu Müsebbibü’l-esbâb’dan başkasının yapamayacağı; dolayısıyla, muvaffakiyetleri sahiplenmenin akıl dışı bir davranış olduğu ifade ediliyor. Her şeyi kendinden bilme ve şımarıklığa düşme hastalığına maruz kalmamamız için hep hatırda tutulması gerekli görülen bu hakikatin şerhini bir kere daha lütfeder misiniz?
-Hazreti Nûh ve Hazreti Musa (ala nebiyyina ve aleyhissalatü vesselam) gibi peygamberlerin hayatlarına bakılınca sevk-i ilahi ve hıfz-ı Rabbanî çok açık şekilde görülecek, Müsebbibü’l-esbâb’ın her devirde kendi yolunda hizmet edenlere sebepleri nasıl halk ettiği anlaşılacaktır. (23:20)
-Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in nurlu hayatlarında da Cenâb-ı Hakk’ın hıfzı, inayeti, sevki ve sebepleri halk edişi çok açıktır. Kur’an-ı Kerim müşriklerin komplolarını anlatırken şöyle buyurur:
“Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar, yahut öldürsünler mi, yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı. Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzaklarını başlarına doluyordu. Zaten Allah’tır tuzakları boşa çıkarıp onları kuranların başlarına dolayan.” (Enfal, 8/30) Evet, onca komplo ve entrikaya rağmen, Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) risalet vazifesini bihakkın eda etmiştir.
-Ukbe bin Nâfi, Atlas okyanusuna kadar bütün Afrika’yı zabt u rabt altına almış ve atını Arab’ın “Karanlık Deniz” dediği okyanusa sürmüş; sonra da, “Allahım, bu deniz önüme çıktı, çıkmasa idi, Senin ism-i şerifini denizler aşırı ta ötelere götürecektim!” demiştir. Ondan Osmanlı’nın Söğüt’ün bağrında başlayıp cihan devleti oluşuna kadar bütün İslam büyüklerinin sergüzeştinde hep aynı ilahî hıfz, sevk ve inayeti görmek mümkündür. (26:30)
-Hazreti Pir, en karanlık günlerde bile hep ümit soluklamış ve yeni bir nesli müjdelemiş; “Ümitvar olunuz şu istikbal inkılabatı içerisinde en yüksek ve gür seda İslamın sedası olacaktır.” demiş; yine, “Ümidim var ki, istikbâl semâvât u zemin-i Asya / Bâhem olur teslim yed-i beyzâ-i İslâma!” gibi beyanlarıyla herkese ümit aşılamıştır. (27:48)
-Günümüzün karasevdalıları dünyanın dört bir yanında ellerindeki mumlarla sürekli mum tutuşturmaya çalışıyorlar. Arkada durup da önde görünen bazılarımızın hatalarından dolayı bazı yerlerde geçici problemler yaşansa da onlar gittikleri yerlerde hüsn-ü kabul görüyorlar. Onların gidişlerinden hüsn-ü kabul görüşlerine ve onca hizmete muvaffak oluşlarına kadar hemen her adımda biraraya gelmesi gereken onca sebep/vesile lazımdı ki ihtimal hesaplarına göre bütün o vesilelerin beraberliği neredeyse imkânsızdı; fakat Müsebbibü’l-esbâb sebepleri halketti. (29:15)
-Orta Asya ülkelerinde çözülmeler başlayıp oralara yolların açıldığı aynı dönemde Cenâb-ı Allah, okullarından yeni mezun olmuş çiçeği burnunda delikanlıları lutfetti. Bu “deliler” adını bile bilmedikleri ülkelere koşa koşa gittiler. (31:10)
-Bir devlet büyüğünün de anlattığı ve çağrıda bulunduğu gibi “Daüssıla çok zordur.” Benim Türkiye’de kaldığım yerler var; o yurtların üstünde kirasını vererek kaldığım yerler var. Aklıma gelince gözlerim doluyor, hemen ondan kaçıp başka bir duyguya dalıyorum. Yoksa kendimi salacağım.. o salma, o ağlama Allah’a karşı şikayet olur diye korkuyorum. Bu gençlerin de kendi ülkelerinde kalma gibi bir arzuları olabilirdi. Fakat bu delikanlılar daha hayatın baharında öyle bir şeye kapılmadılar ve panik yaşamadılar. İlklerin isimlerini yazıp külahımın içine koydum, kuralarını çektiler ve kime neresi çıktıysa oraya gitti. Gitmeyen kimse hatırlamıyorum. (32:10)
-Dahası, annenin ve babanın isteği vardı: “Oğlum ben bugüne kadar seni okuttum; dizimin dibinde olmanı, bana bakmanı, benim de sana bakmamı arzu ediyorum.” Nasıl onları ikna ettiler, nasıl yumuşattılar, nasıl ayrılabildiler? (33:38)
-O arkadaşların yarıya yakını olmasa bile üçte ikisi nişanlıydı, nişanlılarını bırakıp gittiler, neden sonra onları yanlarına alabildiler. (34:00)
-Diğer taraftan bütün o hizmetlerin gerçekleşebilmesi için finansörler lazımdı. İslam Enstitüsü’nün kurulması esnasında fabrika fabrika dolaştık. Fakat, oradan yirmi lira buradan elli lira ile olmazdı bu işler. Dolayısıyla, ilk defa bir masanın dört tarafını dolduracak kadar birkaç insana “himmet” mevzuunu anlattık. Daha sonra himmet duygusu gelişti, genişledi ve hatta fedakâr insanlar şayet o türlü toplantılardan haberdar olmamışlarsa, “Beni neden himmete çağırmadınız?” deyip sitem eder hale geldiler. (35:06)
-Bozyaka’nın üst katında yapılan bir himmet toplantısında bir şeyler anlattım; herkes de bir şeyler taahhüt etti. Utanıyordum da.. kendime istemiyorum.. alan başkası, yazan başkası, hesap eden başkası.. ama yine de utanıyordum. Tabiatımda istemeye karşı bir utanma var ama hizmetin hatırına o dilenciliğe de “eyvallah!” Odama çekilmiştim ki astsubaylıktan emekli olmuş bir insan kapımın tokmağına dokundu; elinde şangır şangır anahtarlar, “Orada herkes himmet etti, benim verecek bir şeyim yoktu, evimin anahtarlarını veriyorum!” dedi. Bu ruh oluşmuştu. (37:25)
-Sadece öğretmen, anne baba, o yerlerin müsait olması, konjonktürün uygunluğu değil, bir de bu civanmert Anadolu insanı.. elli defa bir yönüyle bir milletin kaderini değiştirmiş Anadolu insanı… Bir kere daha değiştirsin Allah’ın izin ve inayetiyle… (38:30)
-İşte sayılan bütün vesilelerin bir araya gelmesi lazımdı ki, bugünkü açılım gerçekleşsin. İhtimal hesaplarına göre de bu milyonda bir ihtimaldir. Bu itibarla da, milyonda bir ihtimalle gerçekleşen bir meseleye falanın dehası, filanın kiyâseti ve falanın yüksek aklı, mantığı, muhakemesi, stratejik gücüyle bu işe sahip çıkması mümkün değildir. Allah’ın (kudret) eli bu işin içinde olmayınca, meselenin bu şekilde realize edilmesine imkân ve ihtimal yoktur. Olan her şey, Allah’ın inayet ve riayetiyle oldu. (38:58)
-Halid b. Velid cihan çapında bir kumandandı. Allah (celle celâluhu), iki büyük imparatorluğu onun kılıcıyla dize getirmişti. Asker, başında Halid’i görmeyince bir yere hareket etmeyecek derecede ona bağlanmıştı. Bununla beraber, Yermuk muharebesi gibi Müslümanların ölüm-kalım mücadelesi verdiği bir sırada, Halife Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) onu azletmişti. Emri tebliğ vazifesi kendisine verilen Muhammed b. Mesleme, Hazreti Halid’in başındaki sarığı boynuna takıp onu bu hâlde halifenin huzuruna getirivermişti. Hazreti Ömer “Halid! Allah şahit ki seni çok seviyorum. Ama halk bütün zaferleri senin şahsında buluyor. Hâlbuki bize bu zaferleri ihsan eden Allah’tır. İnsanların şirke düşmesine meydan vermek istemiyorum. Ve bunun için de seni kumandanlıktan azlediyorum.” demişti. (39:55)
-Bugüne kadar olan şeyleri Cenâb-ı Allah’ın riâyetinin bir tezahürü, inayetinin bir tecellisi, teveccühünün değişik dalga boyunda bir yansıması görmek lazım. Bunlar bizim hamd ve şükür duygumuzu tetiklemeli ki bu nimetler o şükrün bereketiyle artarak devam etsin. Yoksa, başında bulunduğumuz bazı birimler itibarıyla o başarıları kendimizden bilirsek Allah bizi dar gücümüzle, kuvvetimizle, irademizle başbaşa bırakır.. ve bugüne kadar çok hâlisâne ellerde gelen bu mübarek emanet bizim böyle dememizle bir hıyanete maruz kalmış olur. Yazık etmiş oluruz; emanete ihanet etmiş oluruz. (42:23)