Gül İçin Katlanılan Dikenler ve Hak ile İhlâs Münasebeti
Çay Faslından Hakikat Damlaları: “Bağban bir gül için bin hâre temennâ eyler!”
-Merak ilmin hocasıdır, dolayısıyla da marifetin, muhabbetin ve iştiyakın da vesilesidir. (00:39)
-Sizler -inşaAllah- dünyayı imar etmeye namzet görünüyorsunuz. Âidiyet mülahazasına bağlı abartılı sözler söylemekten sakınırım. Mübalağa zımnî bir yalandır. “Siz o’sunuz” diyemem ama “O işe namzet değilsiniz” demek suretiyle de hakkınızda hakâret-âmiz ifadede bulunamam. Her şey Allah’ın (kudret) elindedir; ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran O’dur. (02:45)
-Siz asırlardan beri her yanıyla rahnedâr olmuş -bütün surlarında gedikler açılmış ve burçları yıkılmış- bir kaleyi tamir vazifesiyle muvazzafsınız. (03:39)
-Şair der ki: “Bir bağ ki görmezse terbiye, tımar / Çalı çırpı sarar, haristan olur.” Gülistan, baharistan, bostan olması mümkün bir kalb/bir irade/bir toplum, terbiye görmezse, diken tarlasına döner. (04:17)
-Şeytan, kin ve gayzını şu cümlelerle ifade etmiştir: “Öyleyse beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için Senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra mutlaka onlara önlerinden-arkalarından, sağlarından-sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın.” (A’râf, 7/16-17) Peki, şeytanın sağdan, soldan, önden ve arkadan gelmesi ne demektir?.. (05:35)
-Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz sabah akşam şu duayı tekrar etmiş ve ümmetine de tavsiye buyurmuştur:
“Allahım, önümden ve arkamdan, sağımdan, solumdan ve üstümden (gelecek tehlikelerden) beni koru ve ayağımın altından derdest edilmekten de Senin azametine sığınırım.” (07:25)
-Şeytanın avanesi sürekli tuzaklar kurduğu gibi, sizinle aynı yüksek duyguları paylaşan insanlar da bazen hasedin çelmesine gelerek, bazen rekabetin elensesine gelerek, bazen de bilemeyerek bir dalaletin kündesine gelerek -hafizanallah- size karşı hasmâne bir tavır alabilirler. (Bize düşen:) Bütün bunları görmezlikten gelerek hiçbir şey yokmuş gibi yola devam etmek.. bir tebessümle geçiştirmek.. Kur’an’ın Furkan sure-i celilesinde buyurduğu gibi “Selam.. esenlik olsun size!..” deyip geçmek.. mukabele-yi bilmisil kaide-i zâlimânesinde bulunmamak.. kendi mevzumuzun dışındaki konulara asıl mevzuymuş gibi bakmamak, onların üzerine eğilmemek.. (08:00)
-“Yâr için ağyâre minnet ettiğim aybeyleme / Bağbân bir gül için bin hâre hizmetkâr olur.” (Fuzûlî) (09:13)
-“Yansam da ocak gibi gayra eylemem izhar / Yakma beni ateşlere ey çarh-ı cefakâr!” (Ketencizâde) Evet, “Ağyâr ateşine yakmadıktan sonra ne yaparsan yap, gam izhar etmem.” demeli. (11:06)
-Bir şeye konsantre olursanız, başarılı olursunuz; Allah’ın lütfu sizinle beraber olur. Dağılırsanız, efkârınız dağılır, her şeye yetmeyecek hale gelirsiniz. Başka bir münasebetle dendiği gibi; iki elimiz var; dört tane, hatta sekiz tane olsaydı, yine de talip olduğumuz meselenin hakkından gelemezdik. (12:07)
-Şart-ı adi planında, irademizi, o koskocaman meşiet-i sübhaniye, irade-i sübhaniye, kudret-i sübhaniye deryasına maya gibi çalalım. Nasreddin Hoca ifadesiyle, “Ya tutarsa!..” mülahazasıyla… Şimdiye kadar O’nun kapısına samimi bir yürekle teveccüh edenlerden hiç boş dönen olmamıştır. O’nun kapısının dışında, başka kapılar karşısında yorulanlardan da hiç muvaffak olan görülmemiştir. (13:40)
-“Ne dünyadan safa bulduk, ne ehlinden recâmız var / Ne dergâh-ı Huda’dan maada bir ilticamız var.” (Nef’î) (15:27)
-“Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan / Sözümüz cümle heman kıssa-i cânân olsa..!” (Taşlıcalı Yahya).(16:30)
-Efendiler Efendisi “Kul, Rabbiyle dünya arasında muhayyer bırakıldı. O, Rabbini seçti” diye ferman buyurmuş ve “Refîk-i A’lâ” iştiyakıyla ruhunun ufkuna yürümüştü. Hazreti Mevlana da, ölümü düğün gecesi, sevgiliye kavuşma günü olarak tarif ediyor ve “şeb-i arûs” diyor. Bu açıdan, Necip Fazıl’ın ifadesiyle; “Ölüm güzel ?şey; budur perde ardı?ndan haber / Hiç güzel olmasaydı? ölür müydü Peygamber?” (17:17)
-Ne güzel bir söz:
“Şayet bu dünya tek bir kişi için hiç bitmeden sürüp gidecek olsaydı, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onda ebedi kalırdı.” (18:50)
Soru: Yirmi Birinci Lem’a’da, ihlâsın esasları sayılırken üçüncü olarak “Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz. Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır.” deniliyor. Bu düsturda hakkın zikredilmesinin hikmetini ve hak ile ihlâs münasebetini lütfeder misiniz? (19:09)
-Lâfz-ı Celâle, lafza-yı Celal ve İsm-i Âzam da denen “Allah” kelime-i mübarekesi, kendini bize “Esmâ-i Hüsnâ”sıyla bildiren ve sıfât-ı sübhâniyesiyle zihin, mantık ve muhâkemelerimize bir çerçeve vaz’eden, bütün esmânın Müsemmâ-yı Akdesi ve bütün evsâf-ı kemaliyenin Mevsûf-u Münezzehi, ulûhiyet tahtının biricik mâliki ve rubûbiyet arşının sahib-i bîmisali Zât-ı Ecell ü A’lâ’nın adıdır. Seyyid Şerif’in de ifade ettiği gibi, “Allah” lâfz-ı mübareği “min haysü hüve” Zât-ı İlâhiyenin ism-i hâssıdır ve usûlüddin ulemâsınca o bir ism-i Zât’tır. (19:43)
-Hak kelimesi, hem mastar, hem sıfat hem de Esmâ-i Hüsnâ’dan bir isim. Sabit, muhakkaku’l-vücûd bir gerçek, bir nesne ne ise (mahiyet-i nefsü’l-emriye) ona uygunluk, bâtılın zıddı olmak, kendi olarak bulunmak... gibi mânâlar onun gölgesinde ilk hatıra gelenler.. pay, hisse, nasip, vazife bu kelimeye yüklenen diğer mânâlar. Aslında o, hakikî, nisbî, izafî ve itibarî bütün hakların biricik kaynağı ve kâinatları kuşatan hak gerçeğinin de aslı, esası ve temelidir. (21:10)
-Vücûd birliği sözcüğüyle ifade edeceğimiz “vahdet-i vücûd”, daha ziyade tasavvufçular arasında bahis mevzuu olan bir meseledir. “Vahdet-i vücûd”, çoklarına göre bir zevk ve hâl meselesi olmasına rağmen, bir kısım kimseler, felsefî bir kisve giydirerek onu farklı anlamak istemişlerdir. Diğer bir kısmı ise, onunla, vahdet-i mevcûd, “monizm” arasında fark görmemişlerdir. Müslümanların düşünce tarihinde oldukça mühim bir yer işgal eden “vahdet-i vücûd” anlayışı, ifrat ve tefrit düşüncelere maruz kalmıştır. Aslında tamamen, Allah’ın zâtıyla alâkalı bu düşünce sistemi, yerinde, ifade ve kelime yetersizliğinden; yerinde, onu şu görülen âleme tatbikten doğan eksikliklerden; yerinde de, felsefî bir hüviyeti olan “panteizmle” arasındaki benzerlikten, hem şimdiye kadar çok farklı anlaşılmış, hem de değişik telâkkilere sebebiyet vermiştir. Sünnet yolunun yolcuları ise, ne vahde-i vüdûda ne de vahdet-i şühuda yönelmişlerdir; onlar her zaman kesret içinde vahdeti müşahede etmiş, Hazreti Zât’ı, kendi sıfât ve esmâ-i hüsnâsı zaviyesinden, mâsivâyı da kendi keyfiyet ve hususiyetleriyle ele almış; Hazreti Hakk’ın müteâl bir varlık olduğunu, izâfî hakikatlerin de O’nun var etmesiyle var olduklarını, kayyûmiyetiyle de devam ettiklerini düşünmüş; her türlü tasavvurda, taakkulde, inançta iltibaslardan uzak durdukları gibi ifadelerinde de ulûhiyet hakikatıyla telifi imkânsız beyanlarda bulunmamışlardır. (21:30)
-Cenâb-ı Hakk’ın, zat, şuûn, sıfât, esmâ, âsâr ve ef’âliyle alâkalı tecellilerinin yanında sofîler bir de, cemâlî ve celâlî tecelli üzerinde durmuşlardır: Tecelli-i Cemâl: Allah’ın, lütuf, ihsan, şefkat, merhamet.. gibi isim ve sıfatlarının inkişafında müşahede edilen “ehadî” tecellidir. Tecelli-i Celâl: Hazreti Vâcibü’l-Vücud’un, azamet, ceberût ve ululuğunu aksettiren ve ism-i zatın cilve-i âzamı sayılan “vâhidî” tecellilerdir. Bunlardan birincisinin bilhassa Rahîm ism-i şerifiyle münasebettar, ikincisinin de Rahmân ism-i azimiyle alâkalı olduğunda kibâr-ı muhakkikînin ittifakı söz konusudur. (24:24)
-Merhum Mehmet Akif, Hak ism-i şerifini esmânın en önünde sayıyor ve şöyle diyor:
“Hâlık’ın nâmütenâhî adı var, en başı Hak,
Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak;
Hani Ashab-ı Kiram, ayrılalım derlerken,
Mutlaka Sure-i ve’l-Asr’ı okurmuş, bu neden?
Çünkü meknûn o büyük surede esrâr-ı felâh,
Başta iman-ı hakikî geliyor, sonra salâh,
Sonra hak, sonra sebat, işte kuzum insanlık,
Dördü birleşti mi yoktur sana hüsran artık.” (25:00)
-Allah Teâlâ’nın “Hak” ism-i şerifinin tecellisi, bir yönüyle yeryüzünde ihkak-ı hak şeklinde kendisini gösterir ve adaletin blokajı gibidir; adalet, hak üzerinde cereyan eder. En küçük mahluktan en büyüğüne kadar her şeyin hakkını gözetme çok önemlidir; buna “ihkâk-ı hak” denir ki, bu tabir, haklıya hakkını vermek ve her hakkı usulü dairesinde yerine getirmek manasına gelir. (26:23)
-İslam, kuvvetin hakkın emrine tâbi olması lazım geldiğini ve hiçbir zaman hakkın kuvvete feda edilemeyeceğini kemal-i ciddiyetle hatırlatmış, herkesi hakka saygılı olmaya çağırmış, her zaman hakkın hâmîsi olduğunu göstermiştir. Bugüne kadar, içtimaî, iktisadî, idarî ve siyasî hayatta kuvvet çok defa hakkın hasmı gibi davranmıştır. Kuvveti esas alan kaba kuvvet temsilcileri her zaman menfaat yörüngeli hareket etmiş, hayatı bir mücadele ve bir boğuşma şeklinde yorumlamış; bu itibarla da güçleri yettiği ve imkânları elverdiği ölçüde başkalarının hukukunu hiç mi hiç önemsememiş, hatta yer yer pek çok insanî hakları çiğnemiş ve bir çılgın gibi kılıcını göklere doğru dikmiş “Kuvvet bende!” diye haykırmıştır. Buna karşılık hakkı esas kabul edip her şeyi ona bağlayanlar, ellerinden geldiğince, şahsî menfaati ve grup çıkarı yerine “Hak rızası” ve “fazilet” demiş yürümüş; Hak isminin değişik tecellileri sayarak bütün haklara karşı saygılı davranmış; bütün insanları kardeşleri gibi kucaklamış ve her zaman onların yardımına koşmuşlardır. (27:20)
-Seyyidina Hazreti Ömer, evlilik akdi esnasında tesbit edilen mehir miktarı hakkında üst sınır belirlenmesi gerektiğini söylüyordu. (Bu, Ömer’ce bir zühul sayılabilir, bize göre bir zühul da değildir. Çünkü evlenmeyi kolaylaştırmak adına çok önemli bir husus olduğundan bunu hemen her aklı başında insan düşünmüştür.) O, bunu mehir miktarının evliliğe engel olmaması için yapıyordu. Bir hutbe esnasında mescidde irad edilen bu beyan karşısında, bugün adını sanını dahi bilmediğimiz bir kadın şöyle demişti: “Ya Ömer! Bu konuda Efendimiz’den duyduğun bir söz, senin bilip de bizim haberdâr olmadığımız bir ifade mi var? Çünkü, Cenâb-ı Allah, Kur’an’da, ‘Ve âteytüm ihdâhünne kıntâran...’ (Nisâ Sûresi, 4/20) buyuruyor. Demek ki, kantar kantar mehir verilebilir.” Hazreti Ömer, o kadının itirazını yerinde bulmuş; kendi kendine “Yaşlı bir kadın kadar da dinini bilmiyorsun” diyerek sözünü geri almış ve hak karşısında hemen boyun eğmişti. (28:15)
-(Hazreti Ömer’in daha önce beyan ettiği görüşe uygun şekilde nazil olan on kadar Kur’an ayeti bulunduğu nakledilir. Bu sayı, İbn-i Hacer’e göre on beş; İmam Suyuti’ye göre ise, yirmi birdir. Bunlara “Muvafakat-ı Ömer” denilir.) Hazreti Ömer’in pek çok tevafuku olduğu halde o, bunların sadece üç tanesini hatırlar. Zaten yapılan iyilikler ilm-i ilâhîde ve meleklerin defterlerinde kaydedildiğine göre, insan iyiliklerinin kâtibi olmamalı; onları hafızasında tutup yer yer ima ve işaretlerde bulunmaya çalışmamalıdır. İnsan faziletlerini, meziyetlerini ve elde ettiği başarılarını unutuyorsa, bu çok makbul ve şâyân-ı takdir bir nisyandır. Bir insan, dünyayı ihya etse, can olup her tarafa hayat üflese ve insanlığı ayağa kaldırsa bile, kendi sa’yine terettüp eden bu meseleleri bir daha aklına hiç getirmeyecek şekilde unutmalıdır. Hataları, yanlışları ve günahları unutmak ise, büyük bir beladır. Yetmiş yaşında ve ölüm döşeğindeyken, altmış sene evvel ve daha mükellef olmadığı dönemde yaptığı bir hatayı bile unutmayıp onun hicabını da duyma.. işte burada da unutmama çok önemlidir.(31:10)
-İhlas Risalesi’nde şöyle buyuruluyor: “Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz. Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır.” (33:08)
-Hazreti Pir diyor ki: “Medar-ı necat ve halâs, yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlâsı kazandıran, harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı İlâhî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlâhiyeye karışmamalı.” (35:14)
-“Mağara hadisi” olarak da bilinen bir hadis-i şerifte şu hadise anlatılmaktadır: Gecelemek için bir mağaraya sığınan üç kişi, dağdan kopan büyük bir kaya parçası yuvarlanıp çıkışı kapayınca bir türlü oradan çıkamazlar. Bunun üzerine, sırayla Hak katında makbul olduğuna inandıkları bir ameli vesile kılarak Cenâb-ı Hak’tan kayanın yuvarlanıp gitmesini dilerler. Birinci şahıs şöyle der: “Benim yaşlı ebeveynim vardı. Ben onları çok kollar, akşam olunca onlardan önce ne ailemden ne de hayvanlarımdan hiçbirine yedirip içirmezdim. Bir gün ağaç arama işi beni uzaklara attı. Eve döndüğümde ikisi de uyumuştu. Onlar için sütlerini sağdım. Hâlâ uyumakta idiler. Onlardan önce aileme ve hayvanlarıma yiyecek vermeyi uygun bulmadım, onları uyandırmaya da kıyamadım. Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum. Derken şafak söktü. Allahım! Şayet bunu Senin rızan için yapmışsam, yolumuzu kapayan şu taştan bizi kurtar!” Taş bir miktar açılır ama çıkacakları kadar değildir. İkinci şahıs ise, “Allahım! Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm almak istedim ama bana hiç yüz vermedi. Fakat, bir kıtlık senesinde elime düştü. Ona kendini teslim etmesi mukabilinde yüz yirmi dinar verdim, mecburen kabul etti. Ne var ki arzuma nail olacağım sırada, “Allah’tan kork da iffetime dokunma!” dedi. Ben de, o söz üzerine, insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde onu bıraktım, verdiğim parayı da geri almadım. Allahım eğer bunu Senin rızan için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar!” diyerek iffetini muhafaza edişini makbul bir amel olarak Allah’a arz eder. Üçüncü şahıs ise, şöyle dua eder: “Rabbim, yanımda bir işçi çalıştırdım. Diğer işçilerin ücretini verdiğim gibi, onun ücretini de ödemek istedim. Halbuki o, teklif ettiğim ücreti azımsadı ve ‘Ben bunu almam’ deyip gitti. Onunla bir koyuna anlaşmıştık. O gidince ben de koyunun ayrı üremesine zemin hazırladım. Seneler geçti ve bu bir tek koyun büyük bir sürü hâline geldi. Derken, bir gün bu adam kapımı çaldı ve benden hakkını istedi. Ben de o sürüyü göstererek, ‘İşte bunlar senin hakkındır’ dedim. ‘Ben fakir bir insanım, benimle alay etme!’ deyince; ‘Vallâhi, alay etmiyorum, alıp da götürmediğin o koyun işte bu hale geldi. Şimdi al götür.’ dedim. Sevine sevine bütün sürüyü alıp götürdü. Rabbim, bunu ben Senin için yaptım. Eğer bu amelimden razıysan mağaranın ağzını aç!” Bu duadan sonra, taş sonuna kadar kayar, mağaranın ağzı açılır ve hep beraber dışarıya çıkarlar. (35:36)
-İhlas ve samimiyet mü’min sıfatlarıdır. Hazreti Üstad, ihlasın ehemmiyetini vurgularken mü’min sıfatlarının ne kadar önemli olduğuna ve Cenab-ı Hakk’ın sıfatlara göre muamelede bulunduğuna da dikkat çekiyor ve diyor ki: “Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar. Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur. (40:57)