Hakikatler üslup hatasına kurban edilmemeli
Allah'ın elçileri, evvelâ, Cenâb-ı Hakk'a gönülden inanıp O'nun emirlerine itaat edenlerin nâil olacağı dünyevî ve uhrevî mükâfatları bildirmişlerdir.
İmanın bu dünyada saadete vesile olduğunu belirttikleri gibi, mü'minlerin ötede de
cennet nimetlerine kavuşacaklarını müjdelemişlerdir. İnsanları Allah yoluna çağırırken meseleleri zor göstermemeye, muhataplarını ürkütmemeye ve onların içlerinde nefret duygularının uyanmasına sebebiyet vermemeye azamî dikkat göstermiş; herkesi hikmetle, güzel ve makul öğütlerle Allah'ın dinine davet etmişlerdir.
Sâniyen; hikmet ile tebliğin bir gereği olarak, zaman zaman eğri yolun encamından bahisler açmış ve insanları kötülüklerden sakındırmışlardır. Bir çobanın, gerektiğinde koyunlarına taş atıp onları
tehlike mahallinden uzaklaştırdığı gibi;
peygamberler de, değişik ikaz vesileleriyle ümmetlerini gafletten kurtarmaya ve tehlikelerden korumaya çalışmışlardır. Bu itibarla da, onlar zorlayıcı, gözdağı verici ve korkutucu değil, sadece azabı haber verici ve sakındırıcıdırlar.
Aslında, Kur'an-ı Kerim'in üslubuna bakılacak olursa, tergîb (özendirme) ile terhîbin (sakındırma) her zaman birbirini takip ettiği görülecektir. Uzun sûrelerde makta'ların (belli bir meseleyi ele alan daha kısa bölümlerin) birisinde imrendirme ve
teşvik ihtiva eden bir mevzudan bahsediliyorsa, genellikle öbüründe uyarma,
tedbir aldırma ve kötü akıbetten alıkoyma manalarını da barındıran bir konu anlatılmaktadır. Hatta peşi peşine gelen kısa sûreler arasında da aynı münasebet söz konusudur; önceki sûrede özendirme varsa, sonrakinde sakındırma bulunmaktadır.
Bu açıdan, müjdelemenin yanı sıra sakındırma yolunu da kullanmak irşad ve tebliğ mesleğinin gereğidir. İnsanları hep iyiliklerin peşinde bulunacakları bir koridorda yol almaya, ömür boyu imanın lezzetini duyacakları bir atmosferde yaşamaya ve ufukta da her zaman cennetin tüllendiğine şahid olmaya imrendirmek; kezâ, sonu felakete çıkan bir dehlizde yürümekten onları alıkoymak, o dehlizin giriş kapıları sayılan günahlara karşı içlerinde tiksinti hasıl etmek ve şayet o boğucu havadan uzak kalmazlarsa ebedî hüsrana uğrayabileceklerini onlara hatırlatmak lazımdır.
Ne var ki, insanlar fıtrat itibarıyla farklı farklıdırlar; bazıları imrendiricilikle harekete geçmeye daha meyyal olurlar; kimileri de içlerindeki akıbet endişesinden dolayı sakındırma metoduyla hayırlı işlere daha bir sarılırlar. Dolayısıyla, mürşid ve mübelliğ, muhatabının karakterini ve mizacını gözetmeli; kime, nerede, ne ölçüde müjdeleyici ve ne nisbette uyarıcı olması gerektiğini çok iyi belirlemelidir. Şüphesiz niyetin sağlamlığı, ihlâs, samimiyet ve adanmışlık ruhu gibi dinamikler pek önemli birer meseledir; fakat tebliğ ve irşadda üslubun da bambaşka bir yeri ve ehemmiyeti vardır. Şayet
dava-yı nübüvvetin vârisleri bu espriyi kavrayamazlarsa, irşad mesleğinde olmadık falsolar yapmaktan kurtulamayacaklardır.
Rehber-i Ekmel
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözleri ekseriyetle objektiftir; umum
halk nazara alınarak dile getirilmiş ifadelerdir. Fakat muhataplarının özel hallerine göre, Söz Sultanı'nın farklı farklı beyanlarıyla ve üsluplarıyla da karşılaşmak mümkündür. Resûl-i Ekrem (aleyhissalatü ves
selam) bazı kimselere hitap ederken hem farklı argümanlar kullanmış; hem de karşısındaki insanın ruh haletine göre, bazen tergîbi bazen de terhîbi öne çıkarmıştır. Kimi zaman beşîr olmanın gereğini ortaya koymuş; kimi zaman da tam bir nezîr üslubuyla ikazlarını ard arda sıralamıştır.
"Ashabımı Bana Bırakın!.."
Hadis kitaplarında nakledilen şu hadise üslup meselesine ışık tutucu mahiyettedir: Bir gün, yeni
Müslüman olmuş birisi, Efendimiz'in (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) huzuruna girerek O'ndan
yardım talep etmişti. Hiç kimseyi eli boş döndürmeyen Allah Resûlü, o adama da bazı şeyler vermişti; fakat adam hoşnutsuzluk izhar edip edep sınırlarını da zorlayarak daha fazlasını istemişti. Bunun üzerine, Ashab-ı Kiram'dan bazıları, saygısızlığını cezalandırmak maksadıyla o şahsın üzerine yürümüşlerdi.
Peygamber Efendimiz onlara mani olmuş ve başka şeyler de verip o adamı memnun etmişti. Sonra da sahabîlere dönüp şöyle buyurmuştu: Benimle bu köylünün hali kaçan bir
deve ile sahibinin durumu gibidir. İnsanlar devenin peşinde koşar, hep beraber onu yakalamaya çalışırlar ama deve kalabalıktan daha çok ürker ve var gücüyle kaçar. Sonunda hayvanın sahibi, "Devemi benimle baş başa bırakın." diye seslenir; eline bir tomar ot alarak ona ön tarafından yavaş yavaş yaklaşır ve sonuçta devesini sakinleştirerek boynuna yuları vuruverir. Eğer siz de o adamı bana bırakmasaydınız onu iyice uzaklaştırmış ve ateşe atmış olurdunuz. Benimle ümmetimin arasına girmeyin, ashabımı bana bırakın!"
Demek ki, üslup hatası yaparak insanları Allah'ın dininden ve Resûl-i Ekrem'in
şefkat ikliminden uzaklaştırmak Allah Resûlü ile ümmetinin arasına girmektir. Bu itibarla, insan, yanlış bir üsluptan (daha doğrusu üslupsuzluktan) dolayı kulları ile Yüce Yaratıcı'nın, ümmeti ile Allah Resûlü'nün arasına girmiş olmaktan çok korkmalıdır.
1 -
İslamiyet kolaylık üzere bina edilmiştir; fıtratları ve karakterleri gözetmeden, onu zorlaştırırsak dinin ruhuna aykırı bir iş yapmış oluruz.
2 - Öyle üslup hataları vardır ki insanları Allah'ın dininden ve Resûl-i Ekrem'in şefkat ikliminden uzaklaştırır, Allah Resûlü ile ümmetinin arasında engel teşkil eder.
3 - Özellikle hümanizm düşüncesinin çok öne çıktığı bu dönemde insanlara imkân elverdiğince müjdeleyici ve teşvik edici olarak yaklaşılmalıdır.