'İnsan yaptığı iş ve hizmetlerin sonuçlarına bağlanmaktan daha çok, onların özünü ve ruhunu takip edebiliyorsa, ne neticelerin umduğu gibi çıkmayışı onu inkisara uğratır ne de kulluk iştiyakından ona bir şey kaybettirir' diyen Hocaefendi, kişinin ne başarılarıyla gururlanmamasını, yenilgiyle ümitsizliğe düşmemesini vurgulayarak, her şeyin Allah'tan bilinmesini ve her yeni başarısıyla güven yenilemesi mânâsında yeniden bir kere daha Rabb’ine yönelerek itimat ve vefasını haykırması gerektiğini ifade ediyor.
İnsan, tekvinî esaslarda ve teşriî emirlerde, vazife ve sorumluluğu öne çıkararak, yaptığı iş ve hizmetlerin sonuçlarına bağlanmaktan daha çok, onların özünü ve ruhunu takip edebiliyorsa, ne neticelerin umduğu gibi çıkmayışı onu inkisara uğratır ne de kulluk iştiyakından ona bir şey kaybettirir; yaptığı her hizmeti derin bir ibadet neşvesi içinde yerine getirir ve var olmanın en üst kademesi sayılan hakikî mü’minler zirvesine ulaşmanın şükrüyle oturur-kalkar; oturur-kalkar ve asla ye’se düşmez, paniğe kapılmaz ve yol mihnetiyle bıkkınlık yaşamaz..
Ye’se düşmek, paniğe kapılmak, bıkkınlık yaşamak bir yana o, nefs-i amelin özündeki o derin lezzetlerle daha bir şahlanarak, Mevlânâ edasıyla, “Kul oldum, kul oldum, kul oldum / Kullar azat olunca sevinir / Ben ise kul olduğum için şâd ve mesrurum” der, iş ve amelin değerini, ona terettüp eden netice ile değil de, doğrudan doğruya yaptığı vazifenin sıhhati, onun hâlisane eda edilmesi ve Hak rızasına muvafık düşmesiyle ölçer ve değerlendirir. Böyle davranarak kulluğunun enginliğini, onu ücretlerle, mükâfatlarla irtibatlandırarak daraltmaz, dünyaya ait sonuçlarla, İlâhî ve uhrevî amelleri dünyevîleştirmez; aksine onu, hep sıfırın sonsuza nispeti içinde mütalâa eder ve ruhunda duyduğu bu ölçüdeki bir nispetin genişlendiriciliğiyle yaşar. (…)
Eğer insan, yeryüzünde Allah’ın halifesi ise –potansiyel olarak insanoğlu bu mazhariyetin biricik namzetidir– o, Allah için işleyecek, Allah için başlayacak, Allah için küsecek, Allah için sevecek, O’nun izni dairesinde varlığa müdahale edecek ve ele aldığı her işi O’na niyâbet mülâhazasıyla yerine getirecektir. Dolayısıyla da, ne başarılarıyla gururlanacak, ne yenilgileriyle ümitsizliğe düşecek, ne kabiliyetleriyle övünecek ne de üzerindeki Hak mevhibelerini inkâr edecek; her şeyi O’ndan bilecek ve gördüğü işleri birer istihdam sayarak, her yeni başarısıyla güven yenilemesi mânâsında yeniden bir kere daha Rabb’ine yönelerek itimat ve vefasını haykıracak ve günde birkaç defa Âkifçe ifadesiyle kendi kendine, “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol... / Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.” sözleriyle nefes alıp verecektir. Sürekli gerilimde, her zaman azimli, daima şevk içinde, hep vazife şuuruyla oturup kalkacak ve her zaman hareketlerini, hamlelerini kulluk gayesine bağladığı için de ne zafer ve başarılarıyla küstahlaşacak ne de hezimetleriyle inkisarlar yaşayacaktır. Düz yolda yürürken veya yokuş aşağı inerken nasıl bir heyecan ve rahatlık içinde ise en sarp yokuşlara tırmanırken de aynı azim ve aynı kararlılığı gösterecektir.
Evet o, bir yandan hilâfet vazifesini yerine getirme uğrunda, aklî, kalbî, ruhî, hissî bütün melekelerini harekete geçirerek her türlü tasavvuru aşkın bir performans sergilerken, diğer yandan da, sorumluluğu kapsamına girmeyen neticeler konusunda olabildiğine mütevekkil, teslimiyet içinde, yeni hamleler peşinde, alternatif oluşumlar adına ümitlerle dopdolu ve hep Allah’la irtibat peşindedir.
İşte gerçek mü’min ve tam bir hakikat eri örneği! Bu çizgide niceleri gelip gitmiş ve geçtikleri yerleri cennetlerin koridorları hâline getirmiş.. ve niceleri de bu yollarda Hakk’ın vaad ettiği günlere doğru yürüyorlar. Gelip geçenler de, yollarda onları takip edenler de kendilerine ait özelliklerin kahramanları olarak yaşadılar ve yaşıyorlar. (Yeri ve Sorumluluklarıyla İnsan)
Allah, kendisine yürekten yönelen kimseleri ihya edeceği ve bu kimseleri başkalarının dirilişine vesile kılacağı vaadini onların peygamberâne azim ve kararlılığına bağlamıştır.
Bunlar, sarsılmayacak bir imana sahip, durdukları yerde hep sağlam duran, sağdan soldan gelen tazyiklere asla aldırmayan, belâ ve musibetler karşısında hiçbir zaman sarsılmayan; aksine çevrelerindekilere karşı her zaman moral kaynağı olan, hizmet ve vazife anında ta ilerilerin ilerisinde bulunan, ücret ve mükâfat takdirlerinde ise gerilerin gerisine çekilerek sessizlik murâkabesine dalan öyle samimiyet âbideleridir ki, Allah özel bir teveccühte bulunacaksa işte bunlara bulunur ve birilerine hayat nefhedecekse onların soluklarıyla eder. (…)
Eğer Cenâb-ı Hak, maddî-mânevî lütuflarını, insanların iradelerinin hakkını vermelerine bağlamışsa –ki biz öyle olduğuna inanıyoruz- onlar imkânları dahilinde olan her şeyi değerlendirecekleri âna kadar muhtemelen İlâhî teveccüh de gecikmiş olacaktır.
Bu konuda diğer bazı hususlar da şunlardır:
Bazen bu yolun yolcuları, kendi güç, kuvvet ve kabiliyetlerini her şey sayıp onlara güvenme gafletine düşeceklerinden veya düşme durumunda bulunduklarından Cenâb-ı Hak onları şirkten sıyanet etme adına her isteyip dilediklerini hemen vermez ve “cebrî lütfî” bir tevcihle onların yüzlerini tevhide çevirir.
Bazen de, her şey yerli yerinde olmasına rağmen diriliş erlerinde tam bir teveccüh olmayabilir; işte böyle bir durumda Cenâb-ı Hak, onları değişik baskı, saldırı ve tazyiklere maruz bırakarak, ızdırar ruh hâletiyle Kendine yönelmeleri ve bir muztar içtenliğiyle O’na içlerini dökmeleri için belli bir süre onların diriliş gayretlerine aynıyla cevap vermez.
Bazen de, bu diriliş erleri, şöyle-böyle belli bir kısım dünyevî beklentiler içine girip gönüllerini makam, mansıp, pâye, ikbâl düşüncelerinden arındırıp tam bir hasbîlik ortaya koyamayabilirler; bu açıdan da böyleleri bütün bütün ağyâr mülâhazasından sıyrılıp hâlisâne bir teveccühle O’na yönelecekleri âna kadar diriliş nefhasını da elde edemeyebilirler.
Bütün bu hususların yanında, bu yoldaki hasların hamlardan ayrılması, zalim ve gaddarların da toplumun her kesimi tarafından bilinip tanınması çok önemlidir ve böyle bir İlâhî imhalle her zaman yanılabilen ve yanıltılabilen yığınların bazılarında ehl-i ilhada taraftarlık hissiyle –bu biraz da her şeyin ayân beyan ortaya çıkmamasından kaynaklanır– ba’sü ba’de’l-mevt kahramanlarına karşı tavır almalar olabilir; bu itibarla ak-kara birbirinden ayrılacağı, âlim-âmî herkesin nerede durduğu/duracağı belli olacağı âna kadar herkese bir teemmül fırsatı verilir; dolayısıyla netice de biraz gecikmiş olur. (Belki Bir Gün Biz de Dirileceğiz)
Başa gelenlerin gerçek sebeplerini keşfedemeyenlere gelince; onlar, yer yer çevrelerinde suçlu arar, zaman zaman kadere taşlar atar; varsa Hak’la bir parçacık münasebetleri onu da zedeler ve yanlışla oturur, yanlışla kalkarlar.. derken yeni yeni hatalarla daha değişik zulümlere de davetiyeler çıkarırlar. Fertler için söz konusu olan bütün bu hususlar, aynıyla toplumlar için de vâki ve vârittir. (Kaos İmtihan ve Ümit, ÖKBH)
Hakk’ın en şanlı kulları, bir an “belâ-yı dertten cüdâ” kalmadılar; milletlerinin önüne düşüp onları aydınlığa çıkaranlar da... Günümüze kadar terütaze fikirleri ve orijinal tespitleriyle insanlığın ölümsüz rehberlerinden biri sayılan Ebû Hanife, saygısızca hırpalandı, zindanlara atıldı ve inim inim bir hayat yaşadı. Ahmet bin Hanbel, âdi bir insan gibi tartaklandı ve bayağılardan bayağı işkencelere maruz bırakıldı; hem de yıllarca!.. Serahsî, koca kâmûsunu (El-Mebsût) hapsedildiği kuyu dibinde telif edip meydana getirdi. Ve daha çileli niceleri... Bu olgun ruhlar, âdeta preslerde sıkılıyor gibi işkencelere uğratıldıkça, başları gökler ötesi âlemlere yükseliyor ve aydınlanan gönülleriyle, milletlerin dirilişi yolunda, ebedî birer ışık kaynağı hâline geliyorlardı. Campanella, zindanda; Cervantes, esarette; Dostoyevski, kürek mahkûmu iken kendilerini keşfedebilmiş ve milletlerinin gönüllerinde ölümsüzlüğe ulaşmışlardı...
İnsanlığa hizmet düşüncesini taşıyan herkes, vazifesinin kudsî, seferin uzun, yolların da yokuş olduğunu ve bu yolda, çeşitli şirretliklerle karşılaşacağını; her köşe başında ölümle burun buruna geleceğini, bir canî, bir serseri gibi hakarete uğratılacağını, hatta çok defa insanca yaşama haklarından mahrum bırakılacağını bilip bu kudsîler yoluna öyle baş koymalıdır. Yoksa, bir kısım çilesiz ham ruhların, çok ehemmiyetsiz sıkıntı ve mahrumiyetlerden ötürü, yol ve yön değiştirme ihtimalleri vardır.
Ah miskin ruh! Yağmur yağsın, yalnız gök gürlemesin; etraf, zümrüt gibi yemyeşil olsun, ama hiçbir tohum çürümesin, hiçbir dâne zâyi olmasın; analar çocuklar doğursun, fakat ızdırap ve sancı çekmesin... Yani, feleğin geniş dairedeki çarkı ve hikmetli nizamı senin hendesene göre hareket etsin, istiyorsun! Hayır, hayır! Sen bu dünyaya sırf keyif sürmek, heva ve hevesine göre yaşamak için gelmedin. İnsanî kabiliyetlerinin inkişaf etmesi, mahiyetindeki yüceliklerin tomurcuklaşıp ortaya çıkması, içinin aydınlanıp Hakk’ı aksettiren bir ayna hâline gelmesi için, tekrar tekrar potalara konulup ateşe arz edilecek, defalarca iğneli fıçılardan geçirilecek ve defalarca ırgalanacaksın!
Yol bu, töre bu, gerisi aldanma ve heves!
“Gevşeklik göstermeyiniz, tasalanmayınız;
İnanıyorsanız mutlaka üstünsünüz!”
İşte yüreklere derman, diriltici nefes! (Mukaddes Azap)