Bu konudaki bir
ihmal bütün millet adına bir ihmal sayılır. Keyifler, ihtiraslar, kıskançlıklar ve gelip geçici hevesler üzerine bina edilen hedefsiz bir yuva istikbal
vaat etmeyeceği gibi, millet bünyesinde de potansiyel bir huzursuzluk odağı olarak duracaktır.
Zira o kurulurken, yümün ve bereket getireceği
hesap ve plânıyla kurulmamıştır. Bu plânın vazgeçilmez temel taşı nikâhtır. Nikâha giden yolda nefsânîlik ve heveslerin bir yana bırakılarak mantığın, fikrin ve kalbin hâkim olması gerekir. Böyle bir izdivaçta dinî duygu ve düşüncenin esas alınmasının yararı ise tartışmadan varestedir. Zira kadın ve erkeğin
Allah'la münasebeti yoksa onlardan meydana gelecek çocukların da şuurlu, hisli, dengeli, düzenli olmaları ve mesuliyet duygusu taşımaları da zor olacaktır.
Temelinde yümün ve bereket olan bir
ailede; yani sorumluluklarını yerine getiren kadın ve erkeğin beraberliği ile kurulan ve kuruluş aşamasında dikkat edilmesi gereken prensiplere ri
ayet edilen bir yuvada, her şey
yerli yerine oturacak ve bu yuva
cennet köşelerinden bir köşe olacaktır.
Kur'ân-ı Kerîm, mesut bir toplumu, kadınıyla erkeğiyle ele alırken konuyu şöyle resmeder: "
Müslüman erkekler, Müslüman kadınlar; mü'min erkekler, mü'min kadınlar; taate devam eden erkekler, taate devam eden kadınlar; doğru (sözlü) erkekler, doğru (sözlü) kadınlar; sabreden erkekler, sabreden kadınlar; mütevazı erkekler, mütevazı kadınlar; sadaka veren erkekler, sadaka veren kadınlar; oruç tutan erkekler, oruç tutan kadınlar; ırzlarını koruyan erkekler, (ırzlarını) koruyan kadınlar; Allah'ı çok zikreden erkekler, zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için hem bir mağfiret hem de büyük bir mükâfat hazırlamıştır." (Ahzab Sûresi, 33/35)
Âyet-i kerîmede üç temel unsura dikkat çekilmektedir: Sağlam
inanç, engin
ibadet ve güzel ahlâk... Öyle ise hem ferdin, hem ailenin, hem de toplumun huzur ve kurtuluşu ancak bu unsurlara riayetle olabilir. Dünya çapında ailenin sarsıntılar geçiriyor olması, bu prensiplere riayetteki ihmalin bir neticesidir.
Tarih boyunca birçok âlim, eğitimci, filozof ve idareci ailenin önemi üzerinde durmuş ve imkânları ölçüsünde bu konuda yazılar yazmış, projeler üretmiş, emirnâmeler çıkartmıştır. Çağları aşan düşünce ve yaklaşımlarıyla Mevlânâ da, işaret ettiğimiz temel prensipler muvacehesinde, aile ve evlilik konusunda açıklamalarda bulunan bir mürşid ve rehberdir.
Makalemizin başında, neden Mevlânâ'ya göre aile konusunu seçtiğimizi kısaca izah etmek istiyoruz: Mevlânâ, devrinin medreselerinde müderris olarak
ders vermesine rağmen hep
halk arasında, halkla beraber, bir halk adamı olarak yaşamıştır. Bu durum, onun hem sahih İslâm kültür ve yorumunu, hem de halkın örf ve âdetlerini eserlerine aktarmasını sağlamıştır. Mevlânâ bu arada aile konusuna da eserlerinde değişik yönlerden temas etmiştir.
Bu konuyu seçmemizde ikinci muharrik sebep şudur: Bilindiği gibi Batı'da Mevlânâ'nın eserleri zaman zaman çok satan eserler listesine girmektedir. Bu arada ailenin en çok sıkıntı yaşadığı yerler de Batı ülkeleridir. Elbette milletler arasında kültür farklılığı vardır; ancak evrensel prensiplerde insanlık birleşmektedir. Öyle ise, bu eserlerde bulunan aile ile ilgili evrensel bazı prensiplere dikkat çekmek önemlidir; zira ilgi ile okunan bu eserlerde aile problemlerine dair çözüm önerileri de bulunmaktadır. Aşağıda Mevlânâ'nın aile ve evlilik konusundaki bazı görüşlerini yorumlayarak sizlerle paylaşmak istiyoruz.
İnsanlığın Ortak Âdeti:
Evlilik
Yüce Allah çift olarak yaratmış olduğu insanlara 'biri diğerinin eşi' anlamında 'zevc' adını vererek onları evliliğe
teşvik etmiştir. Nitekim O, şöyle buyuruyor: "İçinizden evli olmayanları,
köle ve cariyelerinizden evlenmeye müsait olanları evlendirin! Eğer fakir iseler, Allah lütfü ile onların ihtiyaçlarını giderir. Çünkü Allah'ın lütfü geniştir. Her şeyi hakkıyla bilir." (Nur Sûresi, 24/32)
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) evliliği teşvik etmiş ve kendisi de evlenmiştir. Zaten, Allah tarafından kadın ve erkeğin birbirlerine sevdirilmesinden ve evlilikteki peşin ücretlerden ötürü olmalı ki, insanlar ilk günden beri, zaruri birçok şeye gösterdikleri hassasiyetlerden daha fazlasını bu konuda göstermişler ve evliliği insanlığın ortak âdeti hâline getirmişlerdir. Konuyla ilgi sadece bir âyet ve bir hadîsi zikretmek istiyoruz: "O'nun (varlığının ve kudretinin) delillerinden biri de: Kendilerine ısınmanız için, size içinizden eşler yaratması, birbirinize karşı sevgi ve
şefkat var etmesidir. Elbette bunda, düşünen kimseler için ibretler vardır." (Rûm Sûresi, 30/21) "Bana dünyadan üç şey sevdirildi: Güzel
koku, kadınlar ve gözümün nûru olan namaz." (Nesâî, İşretü'n-Nisâ 1)
Evlilik beraberinde bir dizi mükellefiyet getirmektedir. Dolayısıyla hakkıyla bir evlilik herkes için mümkün olmayabilir. Kul hakkı, helâl
kazanç, çocuk terbiyesi ve benzeri ailevî mükellefiyetleri gereğine uygun yerine getiremeyeceğini düşünen bazı kişilerin evlilik konusunda rahat davranmadıkları bilinmektedir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de bu mükellefiyetlere gücü yetmeyenlere oruç tutma gibi bazı tedbirlere müracaat etmelerini
tavsiye etmiştir. (Buhârî, Nikâh 2) Az yeme, engin bir ibadet hayatı, boş
vakitleri dolduracak meşru meşguliyetler de buna eklenebilir.
İslâm kültürü ve insanlığın ortak değerleriyle beslenen Mevlânâ konuyla ilgili şöyle demektedir: "Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve sellem) yolu, kıskançlığı törpüleme (def' etme) zahmetini içerdiği, kadının yeme, giyme vb. isteklerine ve rencide edici söz ve davranışlarına katlanma zorluğunu taşıdığı için meşakkatli yoldur. Ama ancak bu yolla Muhammedî alamet ortaya çıkar." (Mevlânâ, Fihi Mâfih s. 82) Evet, evlilik Efendimiz'in yoludur; ancak sorumluluk kadar fedakârlık da gerektirmektedir. Meselâ kişi kızını kıskanır, ama onu bir erkekle evlendirir ve onun eşinin bazı nahoş söz ve davranışlarına katlanır. Diğer taraftan özellikle erkeğin geçim masraflarını karşılaması noktasında zorluklara göğüs germesi kaçınılmazdır.
Ama her şeye rağmen ya evlenmeli ya da engin bir ibadet ve zühd hayatı yaşamalı; üçüncü bir yol
tercih etmek şehvete mağlubiyeti beraberinde getirecektir ki, o da
şeytanın ağına düşmek demektir. Mevlânâ şehvet konusunu uzun uzun anlattıktan sonra sözünü şöyle bağlar: "Evlilik, (şeytanın ağına düşmemek için) 'lâ havle' çekmeye benzer; mademki yeme-içmeye düşkünsün vakit geçirmeden evlen de şehvet seni belâya düşürmesin. Aksi takdirde bil ki kedi gelir, yağlı kuyruğu kapar." (Mesnevî, 5/1375-1377) Yani şeytan günaha düşürmek için bekâr kimseyle çok uğraşır. Hele bu insan yeme-içmeye de düşkünse şeytanın işi daha da kolay olacaktır. Öyle ise aşılması zor işler karşısında 'lâ havle...' çekerek Rabbimize sığındığımız gibi, bu noktada da evlenerek O'na sığınmalı ve şeytanın oyununu boşa çıkarmalıyız. Aksi takdirde kedinin fırsat kollayıp ev sahibinin bir gafleti anında yağlı kuyruğu kapması gibi şeytan da ilk fırsatta bizi istenmeyen yollara sürükleyebilir.
Evliliğin Temel Prensiplerinden: Denklik
Evlilik, sadece bir kadın ve erkeğin nikâhlanıp yuva kurması değildir; o aynı zamanda birçok kişiden oluşan iki ailenin akrabalık bağlarıyla birbirlerine bağlanmaları, bazen birbirlerinden sorumlu olmaları, aynı tasa ve sevinci paylaşmaları, ortak veya sık sık çakışan bir hayat yaşamaları ve birbirleri yüzünden değer veya değersizlik kazanmaları demektir. Öyle ise evlilikte sadece kadın ve erkeğin bu işe karar vermeleri yeterli değildir. Ailelerin, özellikle de kız tarafının onayı alınmalıdır. Zira ortaya çıkacak yeni durum onları da yakından ilgilendirmektedir. İşte evlilikten söz eden İslâmî eserlerde dile getirilen denklik (küfüv) konusu bu meseleyi işlemektedir.
Denklik, evlenecek kız ve erkeğin din, ahlâk, karakter, soy, fizik, yaş, servet ve meslek gibi konularda mümkün mertebe birbirine yakın değerler taşıması demektir. İslâm hukukunda denklikten maksat, evlenecek eşler arasında dînî,
ekonomik ve sosyal seviye bakımından yakınlık bulunmasıdır. Bu denkliğin, hem çiftler arasında, hem de yeni akrabalar arasında saadet, huzur ve sevgiye vesile olacağı düşünülmüştür. Dikkat edilirse denklik, erkeğin değil, kadının menfaatine yönelik bir haktır. Öyle ise evlilikte denklik, kadınlar için erkekte aranır. Yani bir erkeğin, evleneceği kadına, din, ahlâk, meslek ve zenginlik gibi niteliklerde denk durumda bulunması gerekir. Bu durum kadını korumak içindir; zira denkliğin olmamasından doğacak sıkıntılar daha çok kadını ve onun akrabalarını etkileyecektir. Nitekim Efendimiz de: "
Kadınları denkleriyle evlendirin, onları velileri evlendirsin..." (ez-Zeylâî, Nasbu'r-Râye, 3/196) buyurmuştur.
Mevlânâ da kadın-erkek denkliğine kâinattan fıtrî misâller vererek güzel benzetmelerle vurguda bulunur:
"Eşlerin birbirine benzemesi lâzım;
ayakkabı ve mestin çiftlerine bir bak!
Ayakkabının bir teki ayağa biraz dar gelirse ikisi de işe yaramaz.
Kapı kanadının biri
küçük, diğeri büyük olur mu?
Ormandaki
aslana kurdun eş olduğunu hiç gördün mü?
Bir gözü bomboş, öbürü tıka basa dolu olsa hurç bineğin üstünde doğru duramaz." (Mesnevî, 1/2309-2311.)
Evet, hayatın bütününde bir denklik, bir ölçü, bir tenasüp bulunmaktadır. Ayağa giyilecek ayakkabının çiftlerinden, kapının kanatlarına varıncaya kadar bir tenasüp, bir uygunluk vardır. Hattâ denklik sadece ebatlarda değil kullanılan malzemede de olmalıdır: "Kapının bir kanadı tahtadan, öbürü fildişinden... Böyle şey olur mu hiç?"
Aslanın eşi de bir aslan olmalı, kim görmüş aslanın bir kurtla evlendiğini? Öyle ise, "Nikâhta iki çiftin birbirine eşit ve denk olması lâzım, yoksa iş bozulur, geçim olmaz." (Mesnevî, 4/196, 197)
Evlenecek kişilerin karşı tarafta olmasını arzu ettiği özellikler konusu da denklikle ilgidir. Bu konuda da bazen yanlışlıklar yapılmakta ve neticede pişmanlıklar yaşanmaktadır. Zenginlik, güzellik,
kariyer, şöhret vb. hususlar aranan şartlar arasında akla ilk gelenlerdir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu konuda da bize yol göstermekte ve zamanın eskitemeyeceği şu prensipleri emretmektedir: "Bir kadınla umumiyetle dört hasleti için evlenilir: Malı, asaleti, güzelliği ve
dindarlığı. Sen dindar olanı tercih et..." (Müslim, Radâ 54) Öncelik sırası dindarlıkta olmakla beraber, diğer hasletlerin hiç hesaba katılmaması gerektiği anlaşılmamalıdır. Ancak bâki kalan ve çoğu zaman diğerlerinin yokluğunu aratmayan temel haslet dindarlıktır.
Mevlânâ, âdeta bu hadîs-i şerifi şerh mahiyetinde şu açıklamalarda bulunmaktadır:
"Malın se
batı yoktur, gece gelir, gündüz dağılıverir.
Güzelliğin de değeri yoktur. Bir diken yarası ile
renk solup sararıverir.
Büyük bir adamın oğlu olmak da bir şey değil. Bu çeşit gençler malla, mülkle gururlanır.
Nice büyük adamların oğulları vardır ki kötülükte bulunur, yaptığı kötü iş yüzünden babasına bir âr olur." (Mesnevî, 6/258).
Evet, ne malın ne güzelliğin kararı var; ne de soy-sop yalnız başına yeterli bir fazilettir. Belki en güzeli dört hasletin de bir arada olmasıdır. Ancak bu da kolay bir şey değildir. Hele günümüz gibi asaletle bayağılığın birbirine karıştığı; zenginliğin çoğu zaman gayrimeşru yollarla elde edildiği ve güzelliğin de
estetik ameliyattan farklı ilâçlar kullanmaya varıncaya kadar birçok yolla âdeta ayağa düştüğü bir dönemde dindarlığın tercihte en güzel vasıf olduğu bir kez daha tasdik edilmiş olmaktadır.
Boşanma Modası veya Hastalığı
Evlilik, birçok yanlarıyla farklı yaratılmış iki insanın ömür boyu ve her yönüyle ortak bir hayat yaşamak ve nesillerini devam ettirmek niyetiyle kurdukları tabiî ve insanî bir beraberliktir. Bu farklılıklarla birlikte söz konusu ortaklığın devam edebilmesi şahsî hayata sınır koymakla mümkün olabilecek, dolayısıyla fedakârlık gerektirecektir. Farklılıkların çokluğuna göre fedakârlık da artacaktır. Elbette iş çekilemez hâle geldiğinde yani karşılıklı olarak yapılacak fedakârlık kalmadığında son çare bu beraberliğin bozulması olacaktır. Ancak, daha önce sanayileşmiş Batı ülkelerinde, son zamanlarda da bizde boşanma oranları ciddi bir yükseliş göstermekte, fedakârlığın, 'hayata sınır koymama' prensipsizliğine
kurban edildiği; bunun da aile kurumunu tahrip ettiği görülmektedir. 26
Aralık 2005 tarihli gazetelerde yayımlanan konuyla ilgili bir haber şu şekildedir: "Son 10 yıldaki boşanma oranları evlilikte bir yıl dolmadan 'şipşak boşanmaların' arttığını gösterdi.
Türkiye İstatistik Kurumu (
TÜİK), Cumhuriyet'in kurulduğu 1923 yılından 2004 yılına kadar olan dönemin ekonomik ve sosyal göstergelerinden oluşturduğu 'İstatistikî Göstergeler 1923-2004' isimli yeni yayında Türkiye'deki boşanma istatistiklerine de yer verdi. TÜİK'in verilerine göre, 1993 yılında 27 bin 725 olan boşanma sayısı yüzde 80,7 oranında artarak 50 bin 108'e ulaştı... 2003 yılındaki 50 bin 108 boşanmadan yüzde 93'üne geçimsizlik gerekçe gösterildi." Durumun vahametini ortaya koymak için başka söze gerek yok sanırım.
Mevlânâ'nın bir hikâye kahramanına söylettiği bu konudaki fikirleri ise kısaca şöyledir:
"Kadının biri kocasına dedi ki: "Ey adamlığı bir adımda aşan! (terk eden)
Bana hiç bakmıyorsun, neden? Ne vakte dek bu horlukta kalacağım?"
Kocası dedi ki: "Boğazına bakıyorum; çıplağım ama elim ayağım var, çalışıp çabalıyorum.
Güzelim, ere kadının boğazına ve
elbisesine bakmak farzdır. Ben ikisine de bakıyorum. Bu hususlarda eksiğin, gediğin yok."
Kadın, gömleğinin yenini gösterdi. Pek kaba ve kirliydi.
Dedi ki: "Kabalığından bedenimi yiyor. Kimse kimseye bu çeşit elbise verir mi?"
Kocası: "Ey kadın" dedi, "sana bir sorum var. Ben
yoksul bir adamım, elimden ancak bu geliyor.
Doğru, bu çok kaba, çok çirkin, fakat ey düşünceli kadın, bir düşün!
Bu mu daha kötü, yoksa boşanmak mı? Bu mu sana daha kötü geliyor, yoksa
ayrılık mı?" (
Mesnevi, 6/1758-1768).
Mevlânâ bu dizelerinde asırlar öncesinden boşanmaların en önemli sebebi olan geçim darlığına temas etmektedir. Günümüzde de moda, reklâm ve gelenek-görenek baskısı altında kalan birçok ailede, sonu boşanma ile biten huzursuzluklar baş göstermiştir. Oysa bir karar verilerek aile kurulmuş ve imkânlar ölçüsünde bir geçim sağlanmaktadır. Zaten evlilikte bereket de bulunmakta; hele çocuklar eklenince Rabbimiz onların da rızkını ayrıca göndermektedir. Öyle ise, evin geçiminden sorumlu olan erkeğin didinip çabalaması şartıyla, evde bazı eksikler olsa da buna elbirliği ile sabredilmeli, başka önemli sebepler olmadıktan sonra boşanma yoluna gidilmemelidir. Zira evlilik fedakârlık ister, zorlukları beraber göğüslemeyi gerektirir. Karşılıklı sevgi, saygı, güven ve
işbirliği ile -bazı maddî imkânlar eksik olsa bile- atalarımızın deyimiyle, samanlık seyran olabilir. Suiistimaller olmadıktan sonra Mevlânâ'nın deyimiyle en kötü geçim en güzel zannedilen ayrılık ve boşanmadan daha evlâdır.
Mevlânâ bir evliliğin devam etmesi için asgarî geçim standardını da tespit etmiş gibidir: Lüks olmasa da yeme ve giyinme ihtiyacını karşılamak... Bu imkâna sahip kişiler, dediğimiz gibi başka bir mücbir sebep olmadıktan sonra, boşanmamalı ancak meşru dairede imkânların arttırılması gayreti içine girmelidirler.
Netice
Görüldüğü gibi Mevlânâ'dan, sadece tasavvufî konular veya
sema değil, günümüz insanlığının ana problemlerinden biri hâline gelen aile kurumunu ıslaha yönelik alacağımız dersler de vardır. Eserlerinde konuyla ilgili başka detaylar olmasına rağmen biz sadece birkaç meseleye temas ettik. İnşaallah Mevlânâ, bu ve benzeri konularda da kendisini sevenlerin ilgisini çeker ve yollarını aydınlatır.
Prof. Dr. Abdulhakim YÜCE
Y. Y. Üniv.
İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
YENİ ÜMİT DERGİSİ