‘
Mahyalar içinde bir mahya vardır ki, ömrümce unutamam.
İstanbul’un mütareke felâketi içinde bunaldığı bir
Ramazan’dı. İstiklâl
Savaşı,
Anadolu ufkunda bir umut güneşi gibi kâh parlıyor, kâh sönüyordu. Bir gece,
teravih namazından çıkanlar Bayezit
Camii’nin minareleri arasında bir şaheser beyit gördüler. Yahya Kemal’in Âkifane beyti, karanlık gökte ışık ışık parlıyordu:
Ta ki yükselsin ezanlarla müebbed nâmın / Gâlip et! Çünkü bu son ordusu İslâm’ın…”
Süheyl Ünver’in Halide Nusret Zorlutuna’dan naklettiği bu anı, mahyaların İstanbul semalarını süslediği günlerde çıktı karşımıza. Sadece o mu? Yahya Kemal’in de söyleyecekleri vardı, söz mahyadan açılmışken. 1921 yılında kaleme aldığı ‘
Kandiller Yanarken’ başlıklı makalesinde 1919 Ramazan’ını şöyle anlatıyordu: “Bir gece
Rumları tanıyan ve bizi seven bir ecnebî ile Moda’daydım. Karşıdan İstanbul, mahyalariyle, minârelerinin şerefelerindeki kandilleriyle görünüyordu. O ecnebî bu manzaraya baktı, baktı: ‘Bu şehir Türktür ve Türk olmasa insâniyet güzelliğinden bir âlem kaybeder’ dedi. ‘Rumlar bir senedir bu şehri bize Yunanlı göstermek için ne çarelere baş vurmadılar, kendi evlerinden sonra Beyoğlu’nda Türk emlakini de maviye beyaza gark ettiler. Siz ses çıkarmadınız lâkin bu
akşam ne sizin ne de hükümetinizin tertîbi olarak minâreler kendiliğinden öyle bir nümâyiş yaptılar ki bu şehrin milliyetini tamâmiyle gösterir.”
Osmanlı; sözü sanatla söylemekte, işi
estetikle yapmakta mahir. Bu sebeple cami, minare, ezan ve mahyayı ince bir zevk kadar Osmanlı’nın mührü olarak da okumak gerek. Göklerin yaramaz çocuklarını andıran yıldızlar, cami kubbeleri üzerinde oynaşırken
iftar ve teravih hem daha bir güzelleşiyor, hem başka anlamlar kazanıyor. Şimdiye dek önemli kısmı Ord. Prof. Süheyl Ünver tarafından kaleme alınan bazı belgeler dışında ciddi bir katalog çalışması yok mahyalar hakkında. Önümüzdeki yıl ‘İstanbul, 2010
Avrupa Kültür Başkenti’ projeleri kapsamında yayımlanacak bir kitap, bu eksiği büyük oranda kapatacak. Prof. Dr. İsmail Kara, Yusuf Çağlar ve Ömer Faruk Şerifoğlu’nun birlikte hazırladığı çalışma, esas olarak cami aydınlatmalarını konu ediniyor. Ki, bunlar arasında ana başlığı mahyaların oluşturduğunu söylemek abartı olmasa gerek.
Öncelikli amaçlarının, ‘mevcut literatürü bir araya toplamak’ olduğunu söyleyen İsmail Kara, satır aralarında mahyalar ve iki minare arasına yazılan yazıları nasıl yorumlamak gerektiğine dair önemli ipuçları da veriyor. Uzun süredir devam eden
arşiv çalışmalarında bulabildikleri en eski fotoğraf ikinci meşrutiyet dönemine ait. Çeşitli rivayetler olmakla birlikte, mahyanın tarihi 16’ncı yüzyılın ikinci yarısına, İkinci Selim dönemine kadar gidiyor. İlk mahyaların ne zaman ve nasıl kurulduğuna dair bilgiyi yine Süheyl Ünver’den alıyoruz: “Eskiden camiler, içerden yatsı ve bazı günlerde
sabah namazı için büyüklükleri nisbetinde mumlarla tenvir edilirdi. Ramazan ayının hususiyeti vardı. O zaman mabetlerimiz daha çok aydınlatılırdı. Türkün zevki bu ya, durur mu? Dışlarını, bilhassa minarelerini de aydınlatalım dediler. 16’ncı asırda bu dıştan aydınlık ananesi başlıyor. Önce bayram ve kandil gecelerinde yapılıyor, beğeniliyor. Artık bütün Ramazan gecelerinin revnaklı geçmesini mucib oluyor. 1721’de bu usul diğer bütün camilere teşmil ediliyor ve bu esas dâhilinde herkes bir yenilik ortaya koyuyor.”
Önceleri iki minare arasına gerilen halatlara muhtelif şekiller resmederek başlıyor ustalar. Zamanla ustalıkları ölçüsünde teknikleri de ilerliyor. Öyle ki İstanbulluların teravih vaktini sabırsızlıkla beklediği, zeytinyağı ile yanan kandillerin ömrü ortalama 3 saat olduğu için cami cami dolaşıp “Acaba bu akşam mahyada ne var?” sorusuna
cevap aradığı da rivayetler arasında. Kimi zaman Kızkulesi, kiminde bir kayık ya da
vapur,
köprü, iki minareli ve kubbeli bir cami, açık bir şemsiye, çorba kâsesi,
çiçek hatta kuş selamlıyor onları. Yazılı mahyaların ilk ne zaman başladığı bilinmiyor.
Merhaba, Merhaba Ya Şehr-i Ramazan, Gufran Ayı, Bismillah, Safa geldin, Elveda gibi kısa yazılarla başlıyor ilk örnekler. İsmail Kara, yazıya geçilmesiyle birlikte mahyaların sosyalleştiğine ve si
yasallaştığına dikkat çekiyor. Mesajların içeriğinde göze çarpıyor muhteva değişikliği. Özellikle I. Dünya Savaşı, mütareke ve Millî Mücadele yıllarında
‘Yetimleri koru, Şehitlere fatiha, Hilal-i ahmeri unutma, Para biriktir, Yerli malı kullan’ gibi yardımlaşma ve savaş mağdurlarını gözetmeye dönük mesajlar, vurgular var. Kara’ya göre, bu mahyalar bize Türkiye’de siyasi merkez ve toplumun din meselesine nasıl baktığını gösteriyor. Eldeki başka bir fotoğraf
‘Müslümanlar Cumhuriyetperverdir’ yazan bir mahyaya ait.
‘Atatürk’, ‘Var ol İnönü’ yazılı mahyaların fotoğrafları da ulaşmış bugüne. “Cami, bütün
İslam tarihi boyunca aynı zamanda siyasi bir kurum.
Cuma namazları ve özellikle hutbe çok önemli siyasi unsurlardır.” diyen Kara, laik bir rejim olma kararındaki Cumhuriyet’in mahyaları
araç olarak kullanmasını ‘siyasallaşma’ olarak yorumlasa da bu realiteyi Cumhuriyetle başlatmıyor. “
Abdülhamid döneminde,
padişahın doğumu minarelere, camilerin aydınlatılmasına intikal ediyor. Siyasallaşma orada da var. Padişah, ramazanda seferden dönüyorsa
‘Padişahım çok yaşa’ yazıyor bir mahyada. Sonraki yıllarda Hırka-i Şerif’in ramazanın 15’inde ziyarete açılması ve padişahın da orada olması vesilesiyle daha sık kullanılıyor bu mahya.” Cumhuriyet’le başlayan asıl farklılık mahyaların ramazan dışına taşması. 1950’lerden sonra kandil geceleri, fetih yıldönümleri,
vakıf haftası, camiler haftası gibi vesilelerle mahya kurulmaya başlanıyor.
Yüzlerce yıllık mazisine rağmen bugün bile Türklere ve İstanbul’a has bir
uygulama mahya. Prof. Dr. Kara, “Mahya
Edirne ve
Bursa gibi eski pay-i tahtlardaki istisnai uygulamalar dışında Anadolu’ya ve İslam ülkelerine neden yayılmadı?” sorusuna şu karşılığı veriyor: “Belki İstanbul’un topografyası ve camileri müsait olduğu için. Yüksek tepelere inşa edilmiş camilerin minarelerine kurulan mahya, geniş bir alandan görülebiliyor. Her şehir buna müsait değil. Ayrıca imkânla da alakalı. Mahya masraflarını cami vakıfları karşılıyor. Usta istihdam edeceksin, her mahyaya neredeyse 250 kandil lazım. Onlara dolduracak zeytinyağı alacaksın. Rize’deki bir cami bunu yapabilir mi?”
Mahya kurulması için camilerin en az iki minaresi olması gerekiyor. Osmanlı zamanında ise birden fazla minaresi olan cami sayısı sınırlı. Neden mi? Cevabı Süheyl Ünver veriyor: “Eskiden zengin olanlar rastgele cami yaptıramazlardı. Bütün inşaatta olduğu gibi bunda da bir
kayıt ve şart vardı. Nitekim paşalar bir minareli ve zeminle beraber cami yapabilirlerdi. Diğer
halk ve esnaf daha ufak camiler yaptırmışlardır. Bunda servetin nisbetinden ziyade va’zolunan kaidelere riayet mevzu bahstir.” Mahyalarda ne yazacağı kadar hangi camilere mahya kurulacağı da sarayın iznine tâbi. Lâkin nadir de olsa başka sorunlar çıkmıyor değil. Rivayet ediliyor ki, selâtin camilerde mahya kurulmasına dair ferman çıktığı zaman
Eyüp Camii’nin minareleri mahya kurulamayacak kadar kısa olduğundan yeniden iki şerefeli iki minare inşa ediliyor. Diğer bir rivayetin konusu ise
Üsküdar’daki Mihrimah Camii. Önceleri tek minareli olan camiye, Üsküdar halkının “Yalnız İstanbul’da kuruluyor. Burada da mahya isteriz.” niyazı üzerine bir minare daha ilave ediliyor. Fakat nedendir bilinmez günümüzde camilerin boyutları ve minare sayıları herhangi bir sınırlamaya muhatap olmasa da eski bir İstanbullu olan mahya hâlâ İstanbul’da ikamet etmeye devam ediyor.
İsmail Kara’ya göre, mahyalara estetik açıdan olduğu kadar halkın katılımı açısından da bakmak gerek. Sadece üstün bir zevke işaret etmiyor. Heyecanına ve zevkine hitap ederek halkı dinî atmosfere doğrudan dâhil ediyor. 1950’lere kadar zeytinyağıyla yanan kandiller kullanılarak hazırlanan mahyalar, o tarihlerde elektrikle yakılmaya başlanıyor. Tarihî camilerin kontrolü, saraydan Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne geçtikten sonra hangi selâtin caminin mahyasına ne yazılacağına onlar karar veriyor. Ancak bugün yaşanan en büyük garabet, tarihî camiler dışındaki camilere hangi şartlarda mahya asılacağını ve bu mahyalarda ne yazacağını düzenleyen bir mevzuatın olmayışı. Cami dernekleri kimi zaman eski günleri hayırla yâd etmeyi zorunlu kılan yazılara kendileri karar veriyor.
AYŞE ADLI - AKSİYON