Prof. Dr.
Haluk Oral, bir matara ya da kanlı bir haritanın peşine düşüp kayıp askerlerin izine ulaştı.
Çanakkale muharebelerinin bizim için mutlak bir
zafer olduğu bilgisinin ötesine geçmek istersek, mesela savaşın en kanlı günlerinde hangi
siperde kim ne yapıyordu sorusuna
cevap ararsak; hatta daha ileri gidip meçhul askerlerden üç beşinin yüzü aydınlansın diye beklersek hevesimiz kursağımızda mı kalır? Elbette hayır, en azından Arıburnu bölgesinde 25
Nisan - 20
Aralık 1915 tarihleri arasında olup bitenleri hem Türk hem de
Anzak gözüyle görme imkânına sahibiz artık.
Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Haluk Oral’ın kaleme aldığı ‘Arıburnu 1915’, her iki tarafın kayıp askerlerine adanmış bir kitap. Kimi şöhretli kimi sıradan Türk ve Anzak askerleri haritalar, fotoğraflar, objeler ve yazışmalardan oluşan bir dolu
belgenin ışığında görünür oluyor. Neredeyse sinematografik biçimde giderek yakınlaşan, netleşen siperler, siperlerin içinde bazı adamlar, o adamlardan adı sanı beliriveren biri, şöhretli ya da değil; savaştaki rolü önemli ya da değil; an be an belirginleşen yüzüyle tanıdık olup çıkıyor. “Onlar benim kahramanlarım.” diyor Prof. Oral, “
Kitapta yer alıp da beni etkilemeyen kimse yok. Her biri hayatımın birkaç ayını aldı. Onları düşünerek uyudum, onları düşünerek uyandım. Çoğunu yitip gitmişliğin içinde buldum.”
HÂTIRATLARDAKİ YANILGILAR
Kim bu adamlar? Çanakkale savaşı deyince Kemal
Atatürk, Esat Paşa, Churchill ya da
Hamilton gibi isimlerini bir çırpıda sayamayacağımız adamlar: İbradılı İbrahim,
Binbaşı Saip, Üs
teğmen Saffet, Binbaşı Halis, Plevne Ryan, Patterson, Nettleton…
Tarih kitaplarında isimleri hiç geçmemiş ya da üç beş satırla geçiştirilmiş kayıp adamların hikâyesi kimin ilgisini çeker, pek emin değil Haluk Hoca, daha doğrusu bu konuyla pek ilgili değil. En nihayet, 1976 yılından bu yana sırf kendi merakını gidermek için Çanakkale üzerine doküman toplamış, kitap okumuş, belgeleri anlamak için hep daha çok okumuş; ama bu birikimi bir gün iki
kapak arasına almayı hiç düşünmemiş tutkulu bir adam duruyor karşımızda. Kitabın bunca tafsilatlı olması başka neyle izah edilebilir? Ülkemizde pek kimseye kısmet olmayan bir lüksü yaşadığını da saklamıyor zaten: “Benim amacım, sadece öğrenmekti. Kaç kişinin bunu söyleyebilme lüksü var. Bütün dert bu... Boş zamanlarımda Çanakkale’yle ilgili kitapları okumak, objelere dokunmak onları hissetmeye çalışmak gibi bir zevkim var. Ben bir görev olarak hissettim
evet; ama kimse bana ‘Bu senin görevin.’ demedi. Böyle kitapların ortaya çıkması için hep özel şartlar lazım. Bir
sipariş üzerine yazamazsın. Sipariş üzerine ayrıntıya giremezsin; çünkü ayrıntının seni nereye götüreceğini bilemezsin. Üstelik ayrıntılarla uğraşmak yerine genel resme bakmayı seviyoruz biz.”
Dar bir sahil şeridinde çok hareketli geçen sekiz aylık bir zaman dilimini
masaya yatırıp bazı ‘an’lar ve bazı ‘adam’larla ilgili eksik parçaları tamamlama oyunu oynayan Prof. Oral, Çanakkale savaşına katılan üst düzey askerlerin yıllar sonra yazdığı hâtırâtlardaki yanlışları da bir bir düzeltiyor. Nihayet bu da oyunun bir parçası… Anzak kaynaklarında öldüğü söylenen Teğmen Patterson mesela, nasıl oluyor da Esat Paşa’nın hatıralarında sorguya çektiği
esir askerler arasında görünüyor? Çanakkale’de esir alınan hiçbir Anzak
subayının esareti sırasında ölmediğini yazan
Avustralya kaynakları acaba yanılıyor mudur? Kaynaklar karşılaştırılıyor ve düğüm çözülüyor. Hafızası Esat Paşa’ya bir oyun oynamıştır, Patterson onun sorguya çektiği subaylar arasında değildir; çünkü çıkarmanın ilk günü ölmüştür. Öldüğü gün üzerinde bulunan haritada yazan Patterson ismi yıllar sonra Esat Paşa’nın hatıralarına esir asker olarak girmiştir. Bu arada Haluk Hoca’nın Avustralya’daki askerî koleje bir
mektup yazarak Patterson’ın Almanca bilip bilmediğini sorması, oradan Anzak subayının Almanca değil de Fransızca öğrendiğine dair tafsilatlı bir cevap alması, Patterson’la Almanca konuştuğunu yazan Esat Paşa’nın yanılgısını kesinleştirmekle kalmıyor, kitabın nasıl bir titizlikle ve merakla hazırlandığını da izah ediyor.
“Alıntılar sorumluluk yükler.” diyor Prof. Dr. Oral. Şu durumda, bir isimle ilgili çelişkiler varsa, araştırmacı, “Ey okur! Hangisi doğru bilmiyorum, canı isteyen araştırsın.” diyemez, doğrusunu mutlaka tespit etmeli ya da o isimden hiç bahsetmemeli. Birbirini çoğu zaman tamamlayan Türk ve Avustralya kaynaklarını taramak, doğruya ulaşmak o kadar kolay olmamış elbette. Yirmi bölümden oluşan kitabın bazı bölümlerini yazması on ayını almış Haluk Hoca’nın; fakat Üsteğmen Saffet hakkında dört beş yıl belge topladıktan sonra oğlunu ve torununu bulduğu ve onları da dinledikten sonra masa başına oturduğu hesaba katılırsa on ayın da bir kıymeti kalmıyor tabii…
SİPERLERİN YERİNİ BEYNİME KAZIDIM
Mümkün olabilse, bir zaman tüneli içinden geçip Çanakkale muharebelerindeki siperlerden birine gidebilmeyi arzu edecek kadar ‘an’lar üzerine yoğunlaşan birinin (Kitabın okurda oluşturduğu histen hareketle böyle bir yorum yapabiliriz.) yolunu sık sık savaşın yaşandığı topraklara düşürmesi hiç şaşırtıcı değil. Kitapta adı geçen yerleri ezberlemek hatta kafasının içine kazımak isteğiyle gezdiği için sonraları, ‘evinde oturduğu halde o topraklarda dolaşabilme’ ya da ‘gözünü kapadığı anda dilerse 21 numaralı siperi görebilme’ imtiyazına kavuşmuş. “Bu bilimsel bir yaklaşım olmayabilir.” diyor, “Bilimsel olmak gibi bir kaygım yoktu, sadece yanlış yapmamak gibi bir kaygım vardı.” diye de ekliyor; ama bu yöntemin bilime karşı olduğunu kim söyleyebilir ki? Belki daha büyük mesele, şimdiki Çanakkale’de o günkü ruhu hissetmenin o kadar kolay olmayışı. “Elbette” diyor Haluk Hoca, “O günlerle ilgili çok az şey bilen birisi bile Çanakkale’de duygulanabilir. Ben de her gidişimde kanımın karıncalandığını hissediyorum; ama bir yandan da öyle yanlışlar görüyorum ki o ruhu hissetmek için ana yollardan ayrılıp bir çalının dibine oturmam gerekiyor.”
Peki, Haluk Oral’ın yanlış bulduğu düzenlemeler neler? En önemlisi, Türk
şehitliklerinin şeklinin sürekli değiştirilmesi… “Tutucu bir insan değilim; ama bana öyle geliyor ki bir gösteriş çabası var. Şehitliğin modeli günün modasına göre değiştirilmez ki! En çok ziyaret edilen 57.
Alay şehitliği tarz olarak bir Türk şehitliği değildir mesela.” İkinci yanlış diğerinden daha
küçük değil, şehitliklerin yalnızca biçiminin değil yerinin de değiştirilmesi. “Arabamı park ettiğim
otopark diğer sene şehitlik oluyor. Öbür tarafta tam tersi, 57. Alay Şehitliğine gidiyorsun, savaşın en kanlı sahnelerinin yaşandığı, binlerce Türk’ün şehit olduğu bir yere otopark yapıyorsun ve o kemiklerin un ufak olduğunu bile bile oraya arabamı park etmemi istiyorsun. Ben oraya uğramıyorum; çünkü arabamı park etmek istemiyorum. Otobüsler daha aşağılarda dursun, insanlar bir zahmet yürüsün. Birilerinin hemen rahatlıkla gezip ayrılacağı bir yer olmasın. Orası
Disneyland değil ki.” Haluk Hoca’ya göre yapılan başka bir yanlışlık da siperlerin içine
ağaç dikmek. “Çanakkale Muharebelerinin geçtiği alan 1915’te nasılsa öyle korunmalı.” diyor ısrarla.
ONLARI ARTIK TANIYORUZ
MÜLAZIM-I EVVEL SAFFET BEY: Şehitler Tepesi baskınına giderken kurşun yiyen ve daha yarası sarılmadan Mustafa vereceği
rapor yazan Mülazım-ı Evvel Saffet Bey hakkında birkaç satırdan fazlası yer almaz tarih kitaplarında. Hatta bir yerde Çanakkale savaşında şehit olduğu yazar. Ancak Üsteğmen Saffet Bey
İstiklal Savaşı’na da katılır, yine yaralanır ve savaştan madalyayla çıkar. 29
Ağustos 1940 tarihli
Vatan Gazetesi’nin birinci sayfasında generalliğe
terfi eden albaylar arasında adı vardır.
PLEVNE RYAN: Kitabın en ilginç kahramanlarından birisi Plevne lakaplı Avustralyalı doktor Charles Snodgrass Ryan… Kanlısırt’taki Türk hücumu 3 bin 855’i şehit olmak üzere 10 bin kayıptan sonra durdurulup da iki siper arasında
ateşkes ilan edildiğinde askerler bir Türk bir Avustralyalı şeklinde dizilerek sınır çizerler ve her iki taraf kendi ölü ve yaralılarını taşımaya başlar. Yan yana oturan askerler konuşmaya, birbirlerine sigara, çikolata ikram etmeye başlar. İşte bu anda, alanda dolaşan Ryan’ın yakasındaki Mecidî ve Osmanî nişanları ile eski bir harbe ait
Osmanlı madalyası Türk askerlerinin dikkatini çeker. Kendi aralarında “Kim bilir, hangi şehidimizin üzerinden aldı?” diye mırıldanırlarken
yaşlı doktor aksanlı bir Türkçeyle konuşur: “Kimseden çalınmadı onlar. Plevne Muhasarası’nda
Gazi Osman Paşa’nın yanında savaştığım için taktılar göğsüme.” Hikâye uzun, en meraklı yerinde bırakalım biz.
BİNBAŞI HALİS: Haluk Hoca’dan dinleyelim: “Halis Bey’i kimse bilmez.
Asker, mühendis ve aydın… Trablusgarp,
Balkan, Çanakkale ve
Kurtuluş savaşında görüyoruz onu. Savaştan sonra oturuyor Heredot tarihini Türkçeye çeviriyor, hiçbir zaman basılmıyor, o ayrı bir mesele.
Ziya Gökalp’ın çıkardığı ‘Küçük Mecmua’ adlı dergiye makaleler yazıyor.
Türkiye’nin ilk
asfalt yolunu memleketi
Uşak’ta yaptırıyor. Belediyede gece gündüz devam eden yoğun ve elverişsiz çalışma şartları nedeniyle zatürreye yakalanıyor ve 1933’te ölüyor.”
AUBREY HERBERT: Bir diğer renkli kişilik Aubrey Herbert… 29 Haziran’ı 30’a bağlayan geceye dönelim. 18. Alay Cesarettepesi üzerinden düşman hatlarına saldırır; ancak ağır kayıplar verdiği için geri çekilmek zorunda kalır.
Güneş doğduğunda siperler arasındaki alanda yüzlerce şehit ve kimsenin
yardım edemediği yaralılar yatmaktadır. Bu sırada yıllarca Türklerin arasında yaşamış bir
İngiliz subay çıkar sahneye. Yanına bir Türk esir alarak Türk hatlarına en yakın sipere gelir. Türk esir, İngiliz subayın ne yapmak istediğini Türk siperlerine bağırarak anlatır. Siperden çıkan Herbert, ağır yaralı bir Türk askerini kucaklayarak sipere taşır. Ertesi gün de birkaç yaralıyı daha taşır siperlere. Kanlısırt’taki bir günlük ateşkeste de onun rol oynadığı biliniyor.