olabilir, zira o, iktiza ettiği an, elinde-avucunda ne varsa, hepsini
Allah'ın rızası istikametinde infak edebilir.
İşte, malî imkânları geniş olan ve
helalinden kazanan böyle zengin kimselerin müreffeh yaşamalarına bir şey denilemez. Dinin helal kıldığı çerçevede yeme-içme, rahat etme, Cenâb-ı Hakk'ın lütfettiği nimetlerden meşru dairede faydalanma, cismaniyet ve maddî hayat itibarıyla onları kullanma kula verilmiş bir haktır. Evet, Mevlâ-yı Müteâl, nelerden istifade etmeyi mübah kılmışsa, onlardan yararlanma kulun hakkıdır; bir kul, bu hakkı ister şahsı adına isterse de gelecek nesiller hesabına kullanabilir; bu onun imandaki derinliğine ve himmet ufkuna bağlıdır.
Ne var ki, insan bazı alışkanlıklar edinince, o yolla bir kısım sûiistimallere de kapı aralayabilir. Bu açıdan, mütevazı ve sade bir hayat tarzıyla iktifa edip sonra da Allah'ın ihsanlarını yine O'nun rızasını kazanma istikametinde değerlendirmek inanan
zenginler için de önemli bir esas olmalıdır. Çünkü israf bizâtihî çirkindir; dolayısıyla, fakir ya da zengin her mü'min, helallerden ve mübahlardan istifade ederken bile aşırıya kaçıyor ve
tehlike sath-ı mâilinde dolaşıyor olma endişesiyle temkinli davranmalıdır.
Rehber-i Ekmel (aleyhi ekmelüttehâyâ) ve
Ashab-ı Kiram efendilerimiz, özellikle belli bir dönemden sonra, her türlü ferah-feza yaşama imkânlarına sahip olmalarına rağmen, mütevazı ve zâhidâne bir hayatı
tercih etmişler ve buradaki her nimetin hesabının ötede sorulacağı inancıyla hep dünya-
ahiret muvazenesini gözeterek yaşamışlardır. Allah'ın helâlinden ihsan ettiği nimetlere karşı şükürle mukabelede bulunup, sonra bu mala terettüp eden bütün hakları yerine getirirken İslâm'ı i'lâ etme ve insanlara faydalı olma mülâhazalarının dışında bir düşünceye girmemişlerdir. Evet, onlar hiç mal biriktirmemiş ve asla tûl-i emele kapılmamış, sürekli ahiretin yamaçlarına müteveccih olmuşlardır.
Nitekim Hazreti Ebu Bekir'in (radıyallahu anh), kendisine takdim edilen bir
bardak soğuk su karşısındaki tavrı bu hakikatin en güzel şahitlerinden biridir: Evet, halifeliği döneminde kendisine bir bardak
soğuk su verilir. Sıddık-ı Ekber, birkaç yudum içip
iftar eder ve ardından gözlerinden damla damla yaş dökmeye başlar. Akabinde öyle hıçkırarak ağlar ki, etrafındakileri de ağlatır. Bir müddet sonra, dostları "Seni bu derece ağlatan nedir?" diye sorarlar. Der ki: Bir gün Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) önündeki bir şeyi eliyle iter gibi yapıyor ve "Benden uzak dur, benden uzak dur!" diyordu. Sordum, "Ya Resûlallah! Birini uzaklaştırmaya çalışıyorsunuz ama ben kimseyi göremiyorum?!." Buyurdular ki: "Dünya, içindeki bütün debdebesiyle karşımda temessül etti ve bana kendisini kabul ettirmek istedi; ben de ona 'Benden uzak dur!' dedim. Bunun üzerine o, çekip giderken, 'Vallahi sen benden kurtulsan da, senden sonrakiler elimden kurtulamayacaklar. Kendimi sana kabul ettiremedim ama sonrakiler peşimden koşacaklar' dedi." İşte, bu bir bardak soğuk su ile dünya bana kendini kabul ettirmiş olur mu diye endişe ettim ve onun için ağladım.
Adanmış ruhlar gösterişten uzak yaşamalıdırlar
Bir başka gün, Nebiler Serveri, oruç tutmuştu; iftar edeceği zaman kendisine bir bardak süt getirmişlerdi. Sahabe-i güzin efendilerimiz Resûl-i Ekrem'in hoşuna gidebilecek bir şey yapmak için can atarlardı; o gün de ikram edecekleri sütün içine biraz bal koymuşlardı. Peygamber
Efendimiz, sütten bir iki yudum alıp balın tadını hisseder hissetmez elindeki kabı
mübarek dudaklarından uzaklaştırarak, "Bu nedir?" diye sorunca, "Ya Resûlallah, hoşunuza gideceğini düşünerek süte biraz bal karıştırdık!" cevabını vermişlerdi. Bunun üzerine Beyan Sultanı elindeki kâseyi yere koyarak şöyle buyurdu:
"Dikkat ediniz! Ben bunun içilmesini
haram kılmıyorum; fakat bilin ki, kim (yemesinde-içmesinde,
giyiminde-kuşamında) Allah için mütevazı olursa, Allah onu yücelttikçe yüceltir; kim de kibirlenir ve büyüklük taslarsa, Cenâb-ı Hak onu da alçalttıkça alçaltır. Kim iktisatlı hareket ederse, Allah onu zengin kılar; kim de israf ederse, Cenâb-ı Hak onu fakr u zarurete mübtela eyler.. ve kim Allah'ı çokça zikrederse, Mevlâ-yı Müteâl ondan hoşnut olur."
Sözün özü; iktisat, insanı kanaatkâr kılar; hadis-i şerifin ifadesiyle "Kanaat, tükenmez bir hazinedir." ve "Kanaat eden aziz yaşar; tamah eden zillete düşer." İktisat, berekete ve izzetli yaşamaya vesile olur.
İsraf ise, kanaatsizliğe, sürekli hayattan şikayet etmeye, hırsa, riyaya ve ihlassızlığa sebebiyet verir; insanın izzetini kırar ve onu başkalarına yüz suyu dökmeye mecbur eder. Bütün mü'minler iktisat ve istiğna ruhunu hayatlarının esası yapmalıdırlar; fakat özellikle de adanmış ruhlar, yeme-içme, giyim-kuşam, ev-bark,
araba ve
eşya gibi bütün ihtiyaçlarını zaruret çizgisine göre ele almaya ve her meselede tevazu kaidesine muvafık davranmaya çalışmalıdırlar.
ÖZETLE
1- İslamiyet'te esas olan, dünyayı kalben terk etmektir, kesben değil. Bu açıdan, bir mü'min, çalışıp kazanabilir ve çok zengin olabilir, zira o, iktiza ettiği an, her şeyini, Allah'ın rızası istikametinde infak edebilir.
2- Her zaman mütevazı ve sade bir hayat tarzıyla iktifa edip sonra da Allah'ın ihsanlarını yine O'nun rızasını kazanma istikametinde değerlendirmek inanan zenginler için de önemli bir esas olmalıdır.
3- İsraf bizâtihî çirkindir; dolayısıyla, fakir ya da zengin her mü'min, helallerden ve mubahlardan istifade ederken bile aşırıya kaçıyor ve tehlike sınırında dolaşıyor olma endişesiyle temkinli davranmalıdır.