Özellikle Şah-ı Merdân,
Haydar-ı Kerrâr, Damad-ı Nebî, Veliler Serdarı Hazreti Ali (kerramallahu vechehu) ile alakalı olarak, O’nun
siyaset sahasında diğer halefleri gibi muvaffak olamadığını ileri sürerek bunun hikmetini sorup araştırmak istiyorlar. Hemen ifade etmek gerekir ki bu konuyu sorudaki şekliyle kabul etmek doğru değildir. Hazreti Ali
Efendimiz’in seleflerine nisbeten, siyasî ve idarî sahada muvaffak ol(a)madığı katiyen söylenemez.
Hazreti Ali’nin hilafet dönemine gelinceye kadar, -ki bu, hicretten sonra kırk sene, Efendimiz (aleyhissalatü vesselam)’dan sonra da yaklaşık otuz seneye yakın bir zamandır- büyük bir zatın ifadesi çerçevesinde; çeşitli kavimler hem farklı karakter, mizaç ve meşrepleriyle, hem de eski saltanat ve debdebeleriyle; bunlara ilave olarak içlerindeki düşünce ve kaprisleriyle
İslamiyet’e girmişler veya girmiş gibi görünmüşlerdi. İşte Veliler Serdarı,
Irak,
İran, Hindu ve Tatar gibi milletlerden,
Oğuz ve Çağatay boylarına kadar geniş bir yelpazeden müteşekkil, Babil Kulesi gibi bir İslamî
toplum karşısında kendini bulmuştu. Böyle bir toplum içinde vahdeti muhafaza etmenin ne demek olduğunu, ancak günümüzde cereyan eden hadiselere dikkatli bir gözle bakabilenler anlar. Bu konuyu biraz daha aydınlatmak için bu mülahazalar üzerine müsaadenizle şu hususları da eklemek istiyorum:
Günümüzde coğrafi sınırları itibarıyla o günkü İslam Devleti’nden çok daha
küçük ülkelerde bile, o mütecânis topluluklar, çok defa bir araya getirilememekte, aralarında bir vahdet temin ve tesis edilememekte, tam bir güven ve
emniyet sağlanmamakta ve umumi huzur gerçekleştirilememektedir. Müslümanlığı yeni tanımış, Türkiye’mizden yirmi kat daha büyük bir coğrafyada ve çok muhtelif kavimlerden oluşmuş, buna mukabil muhâbere (
iletişim) ve muvâsala (
ulaşım) imkanlarının rahat değerlendirilemediği koskocaman bir ülkede ancak Haydar-ı Kerrâr Şâh-ı Merdân gibi bir insan lâzımdı ki dayanabilsin ve dayandı... Bu kadar geniş bir daire içinde ülkenin bir başından diğer başına ancak bir senede gidilebiliyordu. Öyle ki memleketin bir tarafında bir
isyan zuhur etse, o isyanı bastırmak için, asker ancak bir sene
yolculuk yapacak ki, oraya varabilsin. İşte, Hazreti Ali, ifade etmeye çalıştığımız özellikleri olan böyle bir devirde belli ölçüde de olsa vahdeti korumayı bilmişti. O’nun devrinde
Medine çevresinde belki bir kısım fitne oluyordu ama bir yandan Cebel-i Tarık’a kadar dayanmış, diğer yandan Aral Gölü’nü geçmiş koskocaman bir İslam devletinin her tarafında bugünden daha fazla sulh, sükûn ve huzur hâkimdi.
Millet, Kur’an’ı yaşamaya çalışıyordu ve devrine göre dünyanın en medenî milletleri konumunu hatta onların muallimi olma durumunu muhafaza ediyordu.
Bize düşen onları baş tacı yapmaktır
İşte bütün bu hususlardan ötürü Hazreti Ali’nin seleflerine nispeten siyasî ve idarî sahada muvaffak olamadığını söylemek katiyen doğru olamaz. Ayrıca bu mevzuda, Hazreti Ali’nin kendinden önceki halifelerle idarî sahada mukayesesi de bize düşmez. Rabbim kabul buyursa da bir bende gibi o büyüklerin ayaklarını öperek mahşere gidebilsek, gidip Rabbimize yalvarsak, yalvarsak da onlar da: “Bunlar bizim kapımızın kuluydu” deyiverseler. Evet, biz onların mukayesesini yapamayız. Zira onlar bizim Efendilerimizdir. Bu mevzuda bize düşen onları baş tacı yapmaktır.
Şunu da iyi anlamak gerekir ki, ilk iki Raşid Halife, devleti idare ve siyaset noktasında Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) en has vezirleri idiler. Hazreti Ebû Bekir ve
Hazreti Ömer Efendilerimiz bu noktada ve hususi fazilette çok ileridirler. Onların şahsî kemalatına kimsenin yetişmesine imkân ve ihtimal yoktur. Hazreti Ali Efendimize gelince; onun da
Ehl-i Beyt-i Resûlullah’ı temsil noktasında onların da önünde ayrı bir pâyesi vardı ve bu pâye Allah’ın Hazreti Ali Efendimiz’e bahşettiği ayrı bir lütfu idi ki, zayıf bir hadiste ifade buyrulduğu üzere, Efendimiz bir gün O’nun hakkında şöyle deyivermişti: “Ya Ali! Her Nebinin nesli kendinden gelmiştir. Benim neslim de senden gelecek. (Yani benim neslimi sen devam ettireceksin.)” Evet, Nebi’ye ait ağacın ser çekmesi, yeşerip dal-budak salıvermesi, Hazreti Ali dediğimiz sürgünden başlayacak ve devam edecektir. Tarihen sabittir ki, Hazreti Ali, her zaman Ehl-i Beyt-i Resûlullah’ı temsil etmiştir ve kıyamete kadar gelecek bütün sâdât (seyyidler ve şerifler) de hep Hazreti Ali’nin neslinden gelmiştir/gelecektir. Şah-ı Geylanî, Hasan Şâzeli ve
İmam Rabbani gibi ve bunlardan başka belki asrımızda ve bunlardan sonraki asırlarda daha binlerce evliya ve aktabdan oluşan Efendimiz’in pâk nesli Hazreti Ali’nin neslinden gelmiştir/gelecektir. Kıyamete kadar devam edecek kutlu bir zincirin ilk halkası olan Hazreti Ali’nin ömrü boyunca günlük evradını hiç aksatmadığı söylenir. Ona sormuşlar: “Nehrivan’da da mı?” “Evet, Nehrivan gecesinde bile!” demiş. İşte bu itibarla da Hazreti Ali çok ileridedir ve onunla kimseyi mukayese etmek mümkün değildir.
Binaenaleyh, sahabilerin her birisinin hazinesinde bir şey vardır ve onlar sahip oldukları bu özelliklerle başkalarıyla mukayese edilmeyecek kadar zengin görünmektedirler. Hele Hulefâ-i Râşidin’in bütün Sahabilerden daha zengin olduğu ve sahabînin bir ferdinin de, sair asırlarda yaşamış bütün insanlardan daha zengin oldukları düşünülürse, o büyüklerin bizim her birerlerimizden ve binlercemizden daha zengin oldukları anlaşılacaktır ki, işte o zaman bu türlü mukayeseler yapmaktan kaçınmanın en isabetli yol olduğu gün gibi açığa çıkacaktır. Bu türlü mukayeselerden Rabbimize sığınır ve o zatları bizim hakkımızda şefaatçi yapmasını dileriz.
ÖZETLE
1: Hazreti Ali Efendimiz’in se-lefleri olan Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Osman’a nisbeten, siyasî ve idarî sahada muvaffak ol(a)madı-ğı katiyen söylenemez.
2: O’nun devrinde bir yandan Cebel-i Tarık’a kadar dayanmış, diğer yandan Aral Gölü’nü geçmiş bir coğrafyanın her tarafında bugünden daha fazla sulh, sükûn ve huzur hâkimdi.
3: Rabbim kabul buyursa da bir bende gibi o büyüklerin ayaklarını öperek mahşere gidebilsek, gidip Rabbimize yalvarsak, yalvarsak da onlar da, “Bunlar bizim kapımızın kuluydu.” deyiverseler.