“Paçavra” olduğundan bahsedilen kitap,
Anayasa’dır. Konuşan da, biraz sonra “Taklit ile, tebdil ile
kanun olamaz” sözlerini
Meclis kürsüsünden
şimşek gibi çaktıracak olan
Mustafa Kemal Paşa’dır.
İyi de daha 13 yıl önce şimdi “paçavra” diye çöpe atılmaya hazırlanan bu kanun uğruna savaşılmamış mıydı? Kanun-i Esasi istiyoruz, hürriyet istiyoruz diyerek uğrunda yollara düşülen, dağlara çıkılan,
Selanik’ten
İstanbul’a yürünülen günler ne çabuk unutulmuştu?
Türkiye 1982’den beri yeni anayasasını arıyor. Beğenen de yok, değiştirmek istemeyen de. Gelin görün ki, en beğenmeyenler dahi siyasî kudret kendi ellerinde olmayınca değiştirmeye zinhar yanaşmıyor. Yıllar yılı ‘Bu askerî anayasa çağdaş Türkiye’ye yakışmıyor’ diye mikrofonları inletenler, bugün nasıl yılana sarılmış kazazedelere benziyor, ibretle gözlemliyorsunuz.
1921 Anayasası
bağımsızlık savaşı veren bir Meclis’in düzenlediği kısmî bir anayasadır. Hukukçularca tam anayasa sayılmıyor. 23 maddelik kısa ve
özet bir anayasa ile bir devleti idare etmek mümkün olmadığı şuradan belli ki, 1876 Anayasası da yürürlükteydi ve bir sorun çıktığında kendisine başvuruluyordu.
TC tarihindeki tek ‘
sivil’ anayasanın 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar Meclis artık o efsanevî birinci Meclis değilse de, onurunu koruma konusunda son derece hassas, millî iradeyi başka
organ veya kişilere kaptırmamaya müthiş derecede kararlı bir Meclis’ti.
Yer:
TBMM.
Tarih: 9
Mart 1924, günlerden Pazar. (Zira o tarihte Pazar henüz
tatil günü değildi.) Hilafet kaldırılmış, Tevhid-i Tedrisat Kanunu yeni çıkarılmıştır. Sıra yeni anayasayı görüşmeye gelmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın 2,5 yıl önce “milletimizin vicdanından” fışkırdığını söylediği 1921 Anayasası çöplüğü boylamak üzeredir. İşin garibi, yeni Anayasamız, diğer kanunlar gibi Batı’dan alınmış,
Fransa ve
Polonya anayasaları ‘
taklit’ ve ‘tebdil’ edilerek hazırlanmıştır!
Meclis’te asıl
kıyamet, sıra
cumhurbaşkanına tanınan olağanüstü yetkilere gelince kopmuştur. Tasarıya göre cumhurbaşkanı yürütmenin başı olacak, istediği zaman Meclis’e ve bakanlar kuruluna
başkanlık edecek, Meclis’i fesih, yani dağıtma ve yeniden seçime götürme hakkı olacak, kanunları geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde veto edebilecek ve nihayet başkomutanlık uhdesinde bulunacaktır. Fakat asıl önemlisi, Meclis’in bu olağanüstü yetkiler karşısındaki tepkisi ve haklarını koruma konusundaki kıskançlığıdır.
Daha sonra
Adalet Bakanı olacak Mahmut Esat [
Bozkurt], bir kralın bile sahip olmadığı fesih hakkını cumhurbaşkanına vermenin nerede görüldüğünü söyleyerek
itiraz eder. “Hem “Hakimiyet kayıtsız şartsız millete aittir” diyoruz, der, “hem de Meclis, kendi içinden seçtiği cumhurbaşkanına, kabinenin onayını alarak Meclis’i feshetme yetkisini veriyor. Rica ederim, anayasaların tarihinde bundan büyük “
darbe” görülmemiştir. Türk milleti hiçbir zaman ve hiçbir surette bu hakkını feda edemez.” Doğrusu Meclis’e karşı bir “darbe”nin ayak seslerini iyi teşhis etmiştir.
Bu gerçekten de sert konuşmayı başkaları takip edecektir.
Dersim Milletvekili Feridun Fikri [Düşünsel]’e göre, başlangıçta padişahın Meclis’i feshetme yetkisi vardı ancak sonra bu hak sınırlandırılmıştı. Şimdi (
Atatürk’ün 2,5 yıl önce ‘paçavra’ dediği) 1876 Anayasası’nda padişaha tanınan haklara geri dönülmektedir. “Öyleyse daha birkaç gün önce Halifeyi niye gönderdik? Meclis’in mutlak iradesini göstermek için değil mi? O zaman dünya huzurunda Halifeyi neden gönderdiğimiz açıklayamaz duruma düşmez miyiz?” dediği kayıtlıdır tutanaklarda.
Ardından,
İzmir Suikasti davasında asılan Halis Turgut çıkar kürsüye ve şunu söyler: “Eğer bu Meclis bu milletin temsilcisiyse ve millet de egemense bu egemenliğin üstüne hiçbir şey çıkamaz.” Üstelik cumhurbaşkanına fesih yetkisini vermek, “yıktığımız bir kaynağa”, yani 1876 Anayasası’na geri dönmek anlamına gelecektir.
Neredeyse konuşan bütün milletvekilleri tasarıyı “irticacı” bulmaktadır. Bir hafta sonra, 16 Mart günü bu defa
Şükrü Saracoğlu’ndadır söz. O da Meclis’in egemenliğini kısıtlayacak maddeler aleyhine konuşur ve ekler:
Veto ve seçimin yenilenmesi hakkını ‘bir veya birkaç başa vermek’ irtica, yani geriye dönüş olacaktır.
Meclis’in neredeyse tek bir blok halinde iradesine sahip çıkması, fesih ve veto gibi haklarını cumhurbaşkanına devretmek istememesi karşısında harekete geçen Mustafa Kemal, 21 Mart gecesi
Çankaya’da bir zirve düzenler. Toplantıya İsmet
İnönü ve Recep Peker’in yanında Mahmut Esat ve Şükrü Saracoğlu da çağrılmıştır ve besbelli ki, bir “ikna” toplantısıdır. Ancak milletvekilleri bir türlü ikna edilemez. Karşılarında
Gazi de olsa Meclis’in üstünlüğünü korumaya kararlıdırlar.
Nitekim toplantı sonuç alınamadan dağılır; iki gün sonraki oturumda eleştiriler bütün hızıyla devam eder. Sonuçta cumhurbaşkanına fesih hakkı veren madde anayasadan çıkarılır. Veto hakkı verilmesine ilişkin kanun, muhalefetin itirazları üzerine Mustafa Kemal tarafından geri çektirilir ve bugün de geçerli olan ‘bir daha görüşülmek üzere Meclis’e geri gönderir’ şekline dönüştürülür. Bu durumda Meclis aynen kabul ederse cumhurbaşkanına onaylamak düşecektir. TBMM’nin başkomutanlık hakkını da kıskançlıkla koruduğunu görüyoruz. Yine tasarıda cumhurbaşkanının onayladığı bir hükümetin Meclis’e ‘sunulması’ yeterli görülüyordu. Ancak Meclis, kendisinden güvenoyu alınması şartını getirmişti. Üstelik cumhurbaşkanının
görev süresi 7 yıldan 4 yıla indirilmişti.
20
Nisan 1924 günü yapılan oylamayla 1960 yılına kadar yürürlükte kalacak olan anayasa kabul edilecekti. Bu anayasada değiştirilmesi
teklif edilemeyecek tek bir madde vardı, o da “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” şeklindeki 1. maddeydi.
Bir darbe önlenmiştir, ama şimdilik. 1926’da Musul’un
Irak’a bırakılmasını, milletvekillerinin yarısı oylamaya katılmayarak
protesto etmişlerdi. Ancak o kadarını becerebilmişlerdi. Zira 1924’ten sonra köprülerin altından çok sular akmıştı..
MUSTAFA ARMAĞAN - ZAMAN PAZAR