1847'de yazılmış bir
romanın sanki ilk kez gün ışığına çıkıyormuşçasına tekrar sinemaya uyarlanması, iyi yazılmış bir edebi metnin kolay eskimeyeceğini de gösteriyor.
Jane Eyre'i izlerken keşke Charlotte Brontë bunu görebilseydi, diye iç geçirdim. Sebeplerinden biri defalarca ekrana ve sinemaya uyarlanan romanın ruhunu çok iyi yansıtmasıydı.
Edebiyat-sinema ilişkisindeki zorluk, romanın hikâye örgüsüne bütünüyle sadık kalmaktan ziyade atmosferini, kahramanlarını ve anlattığı dönemin toplumsal gerçekliklerini de mümkün olduğunca korumaya çalışarak aktarmaktan kaynaklanıyor. Bazı yönetmenler bu konuda fazla rahat davranıyorlar. Doğrusu onlara, "Madem kitabın ruhunu bu kadar hırpalayacaktınız, neden özgün bir hikâye bulmadınız?" demek istiyorum. Genç yönetmen Cary Fukunaga'nın bu anlamdaki çabasını kıymetli buldum. Daha ilk sahneden itibaren tekinsiz ormanları, sisli havası, kurşuni gökyüzüyle 19. yy Victoria döneminin gotik iklimini,
sınıf ayrımının toplumu parçalayan yapısını, erkeğin ezici üstünlüğünü çarpıcı diyaloglarla buluşturarak epey riskli bir iş yapmış. Roman her ne kadar
doğal olarak o dönemde tepkiyle karşılanmışsa da bugün için fevkalade masum görünüyor.
1847'de yazılmış bir romanın ilk kez gün ışığına çıkıyormuşçasına tekrar sinemaya uyarlanması, iyi yazılmış bir edebi metnin kolay eskimeyeceğini de gösteriyor. Bilmeyenler için; çocukken
ailesini kaybeden Jane Eyre, isyankar tavırları nedeniyle düşük gelirli ailelerin gönderildiği bir okula yollanmıştır. Zor kuralları olan bir okuldur. Daha sonra Rochester malikânesinde mürebbiye olarak iş bulur. Evin sahibi Rochester ile gerilimli başlayan ilişki evdeki sürprizlerle gelişir. Filmi henüz izlemeyenlerin ve kitabı okumamış olanların tadını kaçırmamak için bu kadarla yetinelim lakin yıllardır dalga geçtiğimiz Türk filmlerine benzer bir finalle son bulduğunu söyleyelim. Peki, nasıl oluyor da bu kadar 'basit' bir hikâye yıllardır farklı yorumlarla izleyenleri büyülüyor.
Bunu anlayabilmek için Brontë ailesinin kadınlarına da bir bakmak lazım. Kendisinden sonraki gelecek olan feminist romancılara öncülük edecek üç kardeş, Charlotte, Emily ve
Anne Brontë, doğduktan hemen sonra anneleri ölmüş. Papaz babaları ve alkolik erkek kardeşleriyle büyüdükleri için zor bir süreç geçirmiş ancak yine de iyi eğitim almak için olağanüstü bir çaba göstermişler. Geçtiğimiz yılda filme de konu olan Brontë kardeşler hakkında yazılan biyografide (James Tully-Charlotte Brontë Cinayetleri) aile ilişkilerindeki tuhaflıklara dair çarpıcı iddialar ortaya atar. Anne'in zehirlenerek öldürüldüğünü söyler mesela. Hal böyleyken eserleri kadar kişisel serüvenleriyle de merak edilen kardeşlerin romanlarını okuyanlar sadece o günün ahlaki değerlerinin eleştirilmesine
tanık olmazlar, satırlar arasındaki izleri takip ederek onların hayatlarında dolaşmayı da severler. 'Uğultulu Tepeler'i de (Emily Brontë), 'Jane Eyre'i de kalıcı kılan o dönem için yenilikçi sayılacak üslubunun yanı sıra okurun merakını kışkırtan hayat hikâyeleri oldu sanırım.
Victoria döneminde entelektüel bir kadının ahlaki değerler uğruna aşkı için mücadele etmesini anlatan bir romanın bir kadın tarafından yazılması alışıldık bir durum değildi. Eleştirmenler Charlotte Brontë'nin daha şiirsel bir dili olduğunu, buna karşın Emily Brontë'nin daha iyi bir yazar olduğunu söyler. Charlotte'un biyografisini yazan
Elizabeth Gaskell, Emily'i 'yabani ve içe kapanık' diye
tarif etmiş. Victoria döneminde kadın yazarların beğenilmediğini bilen kız kardeşler, şiirlerini Ellis (Emily), Currel (Charlotte), Acton (Anne) adıyla yani erkek isimleriyle yayımlamışlar.
Aralarında en dışa dönük yaşayan Charlotte olmuş anlaşılan. İlk romanı 1857'de yayımlanmış. Brüksel'de
öğretmenlik yapan bir
İngiliz mürebbiyenin öyküsünü anlatan 'Profesör' başta yayıncıların ilgisini çekmediği için Jane Eyre'nin başarısından sonra basılmış. Bu başarıda dönemin kraliçesi Victoria'nın baskıcı, kadını ezen tutumuna gösterilen tepkinin payı vardı kuşkusuz ama Charlotte Brontë'yi kalıcı kılan kardeşi Emily gibi aşkın tahrip eden hastalıklı yüzünü anlatmasıydı. Jane'in iç sesi kitapta şu cümleleri mırıldanır: "Bir kadının, içinde gizli,
yasak bir aşkın alevlenmesine izin vermesi de çılgınlıktır, çünkü böyle bir aşk ortaya çıkmazsa, karşılık görmezse kendisini besleyen kalbi kemirip bitirir; ortaya çıkar da karşılık alırsa insanı vahşi bataklıklara sürükler ki buradan da çıkış yoktur."
Jane Eyre, malum 'mutlu sonla' biter. Ama o mutluluğun gerisindeki güzelliği, zenginliğin, soyluluğun görünmeyen yüzünü anlattı. Acıyı, karşılıksız aşkı, utancı, inancı, evliliği, önyargıyı döneminde hiç kimsenin yapamadığı gibi sorguladı. Bunun için hâlâ aramızda.