Bunun yanında bir de Cenab-ı Hakk'ın isimlerinin, kâinat kitabındaki tecellilerini doğrudan doğruya görme veya bir hak dostunun ortaya koyduğu harikulâde şeylere şahit olma durumu vardır ki, buna da ayne'l-yakîn bir bilme denilir.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem)'in
mübarek ve harikalar saçan hayatını müşahede etmek, hatta
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)'in yolunda velayete ermiş kimselerin simalarına bakmak bile insana harika ma-nalar ifade edebilir. Bir insan sadece onların simasını müşahede etmekle, ayne'l-yakîn bir kısım hakikatlere yükselebilir. Bütün bu yollarla hakikatleri elde edip, içinde hallaç ederek o hakikatlerin özüne ulaştıktan ve tam marifete sahip olduktan sonra insanın bizzat kendi vicdanında duyduğu ve hissettiği bazı şeyler vardır ki, bu noktaya ulaşan bir insan artık imanın her meselesine, aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanmış demektir. Bin
şeytan gelip içine bin vesvese soksa bile o öyle inanmıştır ki, inancı sayesinde bunların hepsine sadece güler geçer. Zira artık o, imanı bütün derinliği ile içinde müşahede etmektedir. Cenab-ı Hak, esmasının tecellileriyle böyle bir vicdana, kendi kalbinin diliyle öyle şeyler ifade etmek-tedir ki, hiçbir kitap onu anlatamaz. İşte bu mertebe de hakka'l-yakîn ufkuna mazhar olmanın ifadesidir.
Evet, işte yukarıda kısaca
tarif ettiğimiz ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn mertebeleri kısaca tevhidin mertebeleri olarak ifade edilmektedir. Yakîn'in veya yakîni bilginin mertebeleri de diyebileceğimiz bu mertebelerin kendi içlerinde ayrı ayrı dereceleri vardır.
İlme'l-yakîn noktasında herkesin kâinat kitabından alacağı
dersler farklı farklı olacaktır. Bir
çobanın da kâinat kitabından ilmen alacağı bir ders vardır ama, bu çok basittir. Kâinat kitabını
okumada çok derinleşmiş, hem ehl-i kalb hem de ehl-i ilim bir insanın bu kitaptan alacağı mana ise çok buutlu ve çok derin olacaktır. Bu mevzuda, saffetiyle ilerlemiş asfiyadan bazı kimselerin kâinat kitabından aldıkları ilme'l-yakîn marifetin buutları ise çok daha derindir...
bu simada yalan yok
Ayne'l-yakîn hususunda da insanlar arasında seviye farkları görülecektir. Gözleri adeta perdelenmiş kimseler ile keskin bakışlıların ve basiret ehlinin, gözleriyle gördükleri şeylerden anladıkları manaların farklı olacağı aşikârdır. Mesela, bazı Yahudiler, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)'i gördüler, ancak peygamberliği hakkında şüpheye düştüler. Gördüler ama anlayamadılar. Mesela, Huyey ibni Ahtab, Efendimiz'in huzuruna geldiği zaman, onun da anladığı bir mana oldu; onun için de bir şey ifade etti Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)'i görmek. Ama aynı durum Abdullah ibni Selam için ise daha farklı oldu. O, Efendimiz'in huzuruna gelince, sadece baktı, hiçbir
delil aramasına gerek kalmadı, "Bu simada yalan yok." dedi ve kelime-i şehâdet getirerek iman etti. Zira o, Tevrat ve İncil'i biliyordu. "Nebi nasıl olur? Tavır ve davranışları nasıldır?" sorularının cevabına vâkıftı. Bir keresinde de Necrân Hıristiyanları, Allah Rasülü (sallallâhu aleyhi ve sellem)'i ziyarete gelmişler ve O'na inançları konusunda
itiraz etmişlerdi. Efendimiz de son çare olarak "Şayet doğru söylüyorsanız yeminleşelim ve bu yeminimizde Allah'ın lanetinin yalan söyleyen grubun üzerine olmasını isteyelim." demişti de onlar çekinmişlerdi. Zira onlar da hissetmişler ve, "Aman! Bu adam gerçekten peygamberse başımıza bela gelir." diye korkmuşlardı. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem)'i görmek Necrânlılar için bir mana ifade etmişti. Ancak onların bu görmeleri yine de iman etmelerine yetmemişti.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)'e bakınca Allah hatırlanıyordu; secde ederken, kıvrım kıvrım halinde Allah tecelli ediyordu. Vâkıa O da bizim gibi bir insandı, yani sathi bir nazarla bakınca veya şartlı bakışlar belki onu anlayamayabilirdi. Fakat az buçuk içinde marifet peteği bulunan ve vicdanı bozulmamış bir insan, Efendimiz'e bakıp değerlendirdiği zaman, bu durum o insana "Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullah" dedirtiyordu.
Hz. Ömer'in bir bakışı vardı ki kimse öyle bakamazdı. Bir de Hz. Ebû Bekir seviyesinde bir bakış vardı ki, Hz. Ömer dahil hiç kimse o seviye-ye ulaşamamıştı. Binaenaleyh ayne'l-yakînin de mertebeleri vardır.
Hz. Adem, bir zelle işlemişti. Tevbe etmesine ve Allah'ın
tevbesini kabul etmesine rağmen o yine de kendisine vahiy gönderen Cenab-ı Hakk'ın mukaddes ve münezzeh simasına yüzünü çevirip bakmaktan hicab ediyordu. Hz. Ebû Bekir de marifeti derinleşip genişledikçe öyle bir seviyeye ulaşmıştı ki, başını kaldırıp Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)'in yüzüne bakmaktan büyük bir hicab duyardı. Eğer bir hak dostu, "Hz. Ebû Bekir bu kanaati üzerine, başını kaldırıp Efendimiz'in yüzüne baksa; Efendimiz'den gelen sübühât-ı vech onu yakar kül ederdi" dese doğrudur. O kadar hicab ediyordu. Zira, Hz. Ebû Bekir efendimiz ayne'l-yakînin öyle bir mertebesine varmıştır ki, başkası için oraya varmak mümkün değildir. Daha niceleri vardır ki buna yakın bir şekilde o bezme iştirak etmişlerdir. Ama öyleleri de vardı ki, ancak bir çoban kadar istifade edebiliyorlardı O'ndan. O'nun marifet deryasına onlar da bir kova salıyor ve bir şeyler alıyorlardı; alıyorlardı ama, onlar ne Ebû Bekir'di, ne Ömer; ne Osman'dı ne de Ali (Radıyallahu anhüm ecmaîn)
1- Allah'a ve diğer iman hakikatlerine inanmanın da kendi içinde dereceleri vardır. Bu dereceleri; ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn ve hakka'l-yakîn mertebeleri şeklinde sıralayabiliriz.
2- Cenab-ı Hakk'ın kullarından bazıları, marifetlerini derinleştirip genişlettikçe öyle bir seviyeye ulaşırlar ki artık, göğe yüzünü kaldırıp bakmaktan hicab eder hale gelirler.
3-
İman hakikatlerinde olduğu gibi Efendimiz'den istifade etmede de insanların hepsi bir değildir. Kimi ona bir bakışta imana gelirken, kimi her zaman gördüğü halde imansız gitmiştir.