Hocaefendi,
Allah'tan başka hiç kimseden maddi manevi bir şeyin beklentisine girmemenin gerçek güç olduğuna dikkat çekti.
"Siz alemden, alemin vereceği şeylerden hep böyle müstağni, onlara karşı müstağni kalırsanız Allah'ın izni in
ayetiyle çok güçlü olursunuz. Çünkü diyet ödeme mecburiyetinde kalmazsınız."
Hocaefendi,
Türkçe Olimpiyatları'nın gerçekleşmesinde emeği olan fedakar öğretmenleri anlattı.
"Türkçe Olimpiyatları da o muallim arkadaşlar.. Denebilir ki çağımızda günümüzde insanların en fedakarları onlar. Çünkü tanıdığım hiç olmazsa belli bir dönemde dünyanın dört bir yanına açılan o arkadaşların bazılarına muttali olmuştum."
"İşin mimarı fedakar öğretmenler ise sahnenin gerisinde, perde arkasında... O talebeler alkışlanıyor. Onların yetiştirdikleri talebeler alkışlanıyor. Çıraklar alkışlanıyor. Irgatlar alkışlanıyor. Fakat, o öğretmenler sahnede yok, hep perdenin gerisindeler. Bazı kadirşinas insanlar, onlara da teşekkür ediyorlar, "esas onlardır, işin mimarı onlardır!" diyorlar. Öyle olmak lazım. Tohum atıp görünmeden gitmek lazım. Yaptığı işin karşılığını ahirette görmeyi istemek gerekiyor."
"Allah İslam'ın istikbalini göstersin dünyaya. Fakat cüz'i bir katkım varsa ben onu görmek istemem. Öbür taraftan seyri
tercih ederim. Buna kadar istiğna. Buna kadar işin içinde kendini hissetmeme, görmeme..."
BAMTELİ SOHBETİNİN TAMAMI
-Başkalarının takdirkâr bahislerinden vicdanda rahatsızlık duymak lazım. Nitekim, nefis, takdir, tebcil ve alkış istese de; kâmil insanlar, derin bir hesaba bağlı olarak, takdir edilince tahkir görmüş gibi rahatsızlık duyarlar. (01:08)
-İstiğnânın en zoru, en önemlisi ve en kıymetlisi, takdir, tebcil ve alkışlara karşı da müstağnî kalabilmektir. (02:07)
-Müstağnî insan çok güçlüdür; zira, o beklentisiz olduğu için asla minnet borcuna girmez ve diyet ödeme mecburiyetinde kalmaz. (04:03)
-Denebilir ki günümüzde insanların en fedakârları Türkçe Olimpiyatları vesilesiyle Türkiye’yi şenlendiren o şirin öğrencilerin muallimleridir. Onların yetiştirdiği talebe alkışlanıyor, fakat, o öğretmenler sahnede yok, hep perdenin gerisindeler. Bazı kadirşinas insanlar, onlara da teşekkür ediyorlar, “Esas işin mimarı onlardır!” diyorlar. Fakat, onlar hep geride duruyorlar. (05:22)
-Tohum atıp gitmek lazım, onu kim hasat edecekse etsin! Hatta dünyanın dört bir yanında nam-ı celil-i Muhammedî'nin şehbal açması gibi, bir Müslümanın en çok isteyeceği bir netice bile söz konusuyken, şayet sizin de o işte azıcık bir katkınız varsa, “Allahım, o günü çok arzu ederim ama ‘Bunun da bu işte katkısı vardı' diye bir çift elin çırpılmasını görmemek için meseleyi öbür taraftan seyretmeyi tercih ederim!..” diyecek ve “Allah, İslam'ın istikbâlini göstersin dünyaya; fakat, cüz'î bir katkım varsa, ben onu görmek istemem, öbür taraftan seyri tercih ederim!” hissiyle dopdolu olacak kadar istiğnâ… (06:15)
-Mâsivânın her çeşidine karşı kapanan insana Allah Teâlâ elli türlü kapı açar. “Bir kapı bend ederse, bin kapı eyler küşâd / Hazreti Allah, efendi, müfettihu'l-ebvâbdır.” (Şemsî) (11:11)
-Hazreti Bediüzzaman'ın ifadesiyle, sebeb-i mesuliyet ve hatar olan metbûiyete, tâbiiyyeti tercih edip, imamet ve öncülük işinde başkalarını rahatsız edecek şekilde önde görünmeme, diğer mü'minlerin
hizmetlerini de alkışlayıp onların muvaffakiyetleriyle mesrur olma da istiğna hasletinin bir derinliğidir. (12:33)
-Seçilme sevdasına düşmemek seçici olmak lazım. Seçilme sevdasına düşenler “Aman olayım” diye çok kriterleri alt üst etme ve pek çok yanlışlara girme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Zira, “Aman olayım” diyen insanlar arasında hata etmeyen bir tek fert yoktur; “Aman olsunlar” diyen insanlar arasında ise hata eden azdır. (13:49)
-Bir vesileyle “Îsâr ruhunu yaymalı, herkese mal etmeliyiz” demiştim. Îsâr, insanın kendi ihtiyacı olduğu halde diğer muhtaçların ihtiyaçlarını öne çıkarıp onları gidermesi, kardeşlerini kendine tercih etmesi demektir. İşte bu manada “Îsâr ruhunu yayalım” demiştim. Bir de ne göreyim, arkadaşın biri not olarak yazmış ve orada burada seslendirmiş, “Hocaefendi ‘İsa ruhunu yayalım' dedi” demiş. Doğrusu, günümüzde, sadece maddî menfaatler değil manevî füyüzât hisleri söz konusu olduğunda da başkalarını tercih edecek ölçüde bir istiğna tavrına ve îsâr ruhuna ihtiyaç var. (14:30)
Soru: İstikâmeti emreden ayet-i kerimeden hemen sonra “Zâlimlere eğilim göstermeyin!” beyanının gelmesinde hangi mesajlar söz konusu olabilir? Ayrıca, bu ikazın peşinden “Namazı ikâme edin!” buyrulmasını, namazın her türlü zulme mani oluşu açısından değerlendirir misiniz? (16:10)
-Sözlük açısından “doğruluk” demek olan istikâmet; ıstılah itibarıyla, itikatta, amelde, muâmelâtta ve yeme-içme gibi bütün davranışlarda ifrat ve tefritten sakınıp takva dairesine girerek nebîler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerin yolunda yürümeye îtinâ gösterme şeklinde yorumlanmıştır. Şu kadar ki, istikâmetin de dereceleri vardır ve Allah Rasûlü “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd, 11/112) ayetini kendi kulluk ufkuna göre çok derin anlamış ve hayatını o çizgide sürdürmüştür. Zâten O'nun duygu, düşünce ve davranışları hep istikâmet üzere olduğundan mezkûr ayet, O'nun hakkında “Her zaman bu güzel halinle kal!” manasına gelmekte, ümmet-i Muhammed'e ise istikameti emretmektedir. (16:35)
-İstikâmeti emreden ayette şöyle buyuruluyor:
فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَمَن تَابَ مَعَكَ وَلاَ تَطْغَوْا إِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
“Öyleyse ey Rasûlüm, sen beraberinde olup tövbe edenlerle birlikte, sana nasıl emredilmişse öyle dosdoğru hareket et. Aşırı gitmeyin. Çünkü O, yaptığınız her şeyi görmekte olup işlerinizin karşılığını da size verecektir.” (Hûd, 11/112)
Bu ayete ve benzerlerine dikkatle bakılırsa görülecektir ki; “İstikamet üzere ol” emrinde olduğu gibi, müsbet fiillerde Peygamber
Efendimiz doğrudan muhatap alınarak tekil sigası kullanıldığı halde, “Aşırı gitmeyin.” gibi nehiylerde çoğul sigasına geçilerek muhatabın ümmet olduğu ve
Peygamber Efendimize dolayısıyla bir hitap bulunduğu ima edilmektedir. (17:57)
-İstikâmeti emreden ayetten sonra şöyle buyurulmaktadır:
وَلاَ تَرْكَنُواْ إِلَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللّهِ مِنْ أَوْلِيَاء ثُمَّ لاَ تُنصَرُونَ
“Bir de sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın. Yoksa size ateş dokunur. Aslında sizin Allah'tan başka
yardımcınız yoktur. Sonra O'ndan da yardım görmezsiniz.” (Hûd, 11/113) (19:03)
-İnsanın tevhid çizgisini koruyamayıp, Hâlık-mahlûk, abd-Mâbud münasebetindeki inhirafı demek olan şirk en büyük zulüm; açıktan açığa hak-hukuk tanımama, başkalarına cevr ü cefada bulunma, onları aldatma, itibarlarıyla oynama, gıybet etme... gibi hususlar ikinci derecede birer zulüm; Allah'ın emir ve yasaklarını dinlememe,
haramlara karşı kat'î tavır alıp meşrû dairedeki zevklerle yetinmeme ise farklı bir zulümdür. Kur'ân-ı Kerim
adalet ve ubûdiyet üzerinde durduğu kadar -hangi çeşidi olursa olsun- zulüm ve haksızlığa da vurguda bulunur ve mü'minleri inhiraf, cevr, cefa ve gadrin her çeşidinden uzak durmaya çağırır. (19:55)
-Kur'ân-ı Kerim çok geniş bir zulüm tablosu çizer, onu çeşitlendirir ve her türünden sakınmamızı ister: Ona göre, Allah'ın yasakladığı şeylere el uzatma, emrettiği hususlara karşı lâkayt kalma; vicdanlara baskıda bulunma, insanları dinî vecibelerini yerine getirmeden alıkoyma; fuhşa girme, münkerâta açık durma; halkın hukukuna
tecavüz etme, milletin malını hortumlama; haram-helâl tanımama ve Allah'ın kurallarına başkaldırma; fitne ve fesada sebebiyet verme, başkaları hakkında
iftira, gıybet ve tezvirde bulunma; dine hizmet edenlere karşı tavır alma, düşmanlık veya çekememezlik mülâhazasıyla onlarla uğraşma; mü'minler hakkında sûizanna girme ve onlara karşı hazımsız davranma; yalan söyleme, sözünden dönme ve emanete hıyanet etme; dini ve diyaneti şahsî, siyasî çıkarlarına vasıta yapma; mukaddes değerleri, dünyevî belli hedeflere ulaşma yolunda kullanma ve dinî değerlerle dünyevîlik arkasında koşma... gibi hususların hemen hepsi birer zulümdür ve bunlardan uzak durulması, bunları işleyenlere meyledilmemesi emredilmiştir. (20:35)
-Her çeşidiyle zulümden uzak durma ve istikâmet üzere bulunmanın mükâfatını anlatan bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلَائِكَةُ أَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنتُمْ تُوعَدُونَ
“‘Rabbimiz Allah'tır' deyip sonra da istikamet üzere, doğru yolda yürüyenler yok mu, işte onların üzerine melekler inip şöyle derler: Hiç endişe etmeyin, hiç üzülmeyin ve size vâd edilen Cennet'le sevinin!” (Fussilet, 41/30) (22:30)
-Zulmü alkışlayan ve zâlime yahşi çeken insanlar korku, menfaat duygusu, makam sevgisi, alkışlanma tutkusu, tamah ve tul-i emel gibi bir kısım virüslerden dolayı pek çok haksızlığa ses çıkarmaz ve hatta
taraftar olurlar. (23:44)
-“Zulmedenlere meyil göstermeyin” emrinden sonra şöyle buyurularak namazın koruyuculuğuna imada bulunulmuştur:
وَأَقِمِ الصَّلاَةَ طَرَفَيِ النَّهَارِ وَزُلَفاً مِّنَ اللَّيْلِ إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّـيِّئَاتِ ذَلِكَ ذِكْرَى لِلذَّاكِرِينَ
“Gündüzün iki tarafında, gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl. Zira böyle güzel işler insandan uzak olmayan günahları silip giderir. Bu, düşünen ve ibret alanlara bir nasihattır.” (Hûd, 11/113) (28:07)
-Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayetinde ve hadis-i şeriflerde namaz kılmayı ifade sadedinde “ikâme” tabiri kullanılmıştır. İkâme, İşaretü'l-İ'caz'da da belirtildiği üzere, “namazda lâzım olan tâdil-i erkâna riayet etmek;
ibadetin özündeki müdavemet ve muhafaza manâlarını gözetmektir.” Yani, namazın bütün rükünlerini ve esaslarını usulüne uygunca yerine getirmek, onu matlaşmaya ve
renk atmaya maruz bırakmadan hep ilk günkü neşve içerisinde devam ettirmeye çalışmaktır. Evet, namazın, şartlarından ve rükünlerinden oluşan dış yapısının yanı sıra bir de halis niyet, huşû ve hudûdan ibaret olan iç yapısı vardır. Namazı iç ve dış bütün parçalarıyla yerine getirmeye, bunu sürekli yapmaya ve hep aynı hâl üzere kullukta devamlı olmaya “ikâme” denmektedir. (28:12)
-
Hadis kitaplarında şöyle bir hâdise nakledilmektedir: Bir gün,
genç bir sahabî, nefsine hâkim olamamış ve bir kadına tasallutta bulunmuştu. Az sonra da ciddi bir pişmanlık hissiyle kendisini Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in huzuruna atmıştı. Helak olmaktan korkuyor gibi bir hali vardı; bir an önce yunup yıkanma ve bağışlanma yolu aramaktaydı. Aslında, en ufak bir hata karşısında mahvolmaktan korkma duygusu, Sahabe efendilerimizin hepsinde hâkimdi. Onlar, ruh dünyaları itibarıyla bir yara alınca hemen Hekim'e koşarlar ve dertlerine çare ararlardı. Bir kusur için günlerce
gözyaşı döker ve hatalarının menfi izlerini gözlerinden boşalan yaşlarla silmeye çalışırlardı. İşte o genç de bir hata işlemişti; fakat, çok geçmeden derlenip toparlanmış, derin bir nedametle ürpermiş ve adeta kolu-kanadı kırılmış olarak kendisini Gönüllerin Tabibi'nin (sallallahu aleyhi ve sellem) atmosferine atıvermişti. Her kelimesinden “Mahvoldum ben!” hissi dökülen cümlelerle halini arz etmişti.
Hazreti Ömer (radıyallahu anh), “Allah seni setretmiş, keşke sen de kendini örtseydin, günahını açıklamasaydın,
tevbe edip af dileseydin!” demişti. Allah Rasûlü, (aleyhissalâtu vesselâm) önce hiçbir şey söylememiş, ama bir müddet sonra o gence “Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Çünkü, iyilikler kötülükleri silip giderir. Bu, düşünen ve ibret alanlara bir nasihattır.” (Hud, 11/114) ayetinin nazil olduğunu haber vermiş, namaza sarılıp onunla arınmasını
tavsiye etmişti. Bunun üzerine başka bir sahabî, “Ey Allah'ın Rasûlü, bu hüküm sadece soru sahibi için mi (yoksa başkasına da şâmil mi)?” diye sorunca, Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), “Herkes için…” cevabını vermişti. (32:00)
-Bir insan, namazını kâmil mânâda eda ederse, onun hayatındaki nurlu zaman dilimleri alabildiğine genişler; zulmetli ve karanlıklı anları da daralır. Bast hâlleri daha münkeşif hâle gelir; kabz hâlleri ise âdeta ortadan kalkar. Onun iç dünyasında şeytanlığa, nefsanîliğe açık menfezler daralır; melekliğe, ruhanîliğe açılan kapılar da ardına kadar açılır. Ancak bütün bunlar, namazın şuurluca idrak edilip eda edilmesine bağlıdır..
evet kalbin hoplaması, duyguların şahlanması, içten içe bir ürpetinin duyulmasına bağlıdır. Bu bakımdan
إِنَّ الصَّلاَةَ تَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ
“Gerçekten namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebût, 29/45) âyetinin resmettiği namaz, kâmil mânâda bir namazdır. Böyle bir namaz ufkunu yakalayamayanların hata yapması ise kaçınılmazdır. (33:45)
-İbadetlerde esas olan Cenâb-ı Allah'ın takdir ve tayini, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in de tebliğ ve temsilidir. Hiç kimse kendi hissiyatına göre ibadetlere bir kalıp, şekil ve suret biçemez, şahsî kanaatleri istikametinde onlara eklemeler ve çıkarmalarda bulunamaz; herhangi bir ibadet, din tarafından hangi kurallara ve şekillere bağlanmışsa, onun ibadet keyfiyetini koruması için işte o kurallar çerçevesinde eda edilmesi şarttır. Bununla beraber, insanın, Mevlâ-yı Müteâl ile münasebetinde asıl olan, mânâ, öz ve ruhtur. Maalesef, çoğumuz şekilden, suretten ve kültür Müslümanlığından sıyrılıp o öze ve manaya ulaşamadığımız için namaz gibi ibadetlerin temizleyiciliğine ve koruyuculuğuna mazhar olamıyoruz. (40:04)