Artık "bütün dünyayı hesaba katmadan hiçbir şey yapılamaz oldu." Dünya ölçeğinde din üzerine konuşmayı göze aldığımızda bu özel bağlamların hatta bu bağlamları dikkate alan konseptlerin de farkında olmamız gerekiyor. Din alanı da tarih boyunca olduğu gibi
modern zamanlarda da özünde aynı anlam bileşenlerine sahip olsa da dünyanın değişik bölgelerinde farklı çıkarımlarda bulunmamıza izin veren büyük işaretler taşıyor. Eğer sosyolojik bir perspektiften hareket etseydik din etrafında oluşan bütün bu hareketliliği sıradan bir olay olarak resmedebilir, bunun bireysel ve
toplumsal sonuçları üzerinde akademik bir müzakere başlatabilirdik. Eğer bu olaya sosyoloji ya da toplum bilimlerinin herhangi bir alanıyla değil de doğrudan kelamla ya da daha genel bir ifadeyle bütün bir teolojinin penceresinden baksaydık değerlendirme kıstaslarımız kuşkusuz daha da farklı olacaktı.
Ben değerlendirmemi bilimler arasında dolaşarak, disiplinlerarası bir bağ içinde ortaya koymak istiyorum. Çünkü bugün dinin dünya ölçeğinde sahip olduğu rol, herhangi bir disiplinin kendine özgü standartlarına teslim edilemeyecek kadar genişleme istidadı göstermiştir. Bu bağlamda dilbilimden hermenötiğe, sosyolojiden antropolojiye,
siyaset biliminden din bilimlerine kadar uzanan geniş bir çeşitlilikte konuyu ele almak ve bir durum değerlendirmesi yapmak gerekir. Bu bağlamda din konusunda mevcut iki yaklaşım tarzının sorunlu yapısını
tartışmak isterim. Bu yaklaşımlardan biri, dini tarihin ve geçmiş dünyanın bir envanteri olarak görmekte kararlıdır. Buna göre din er ya da geç bir şekilde miadını dolduracak ve gündelik hayatta her nasılsa sahip olageldiği itibarını zamanla kaybedecek ve tarihsel bir mitos olarak kendini dönüştürecektir. 19. yüzyılın popüler bilim dünyasında şekillenen bu yaklaşım bugün pozitivist bir ideoloji olarak varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Bu yaklaşımda ısrar edenler bugün dünya ölçeğinde varlığını sürdüren dinî tezahürlerin ve dinsel temsillerin açıklamasını yapmakta bir hayli zorlanmakta, bütün bu olup bitenlerin rasyonel bir açıklamasını yapmak adına kendi nesnellik iddialarıyla bile karşı karşıya gelmeyi göze almaktadırlar. Bu yaklaşımlar içinden açıkça sorunlu olan bir diğer konu ise adı ve niteliği ne olursa olsun dinin, insanlığın ortak dayanağı olduğu görüşünden hareket etmesine rağmen onun gerçeklik değerini, toplumsal bilgisini ele alırken elden geldiğince dinin insan ve hayatla ilişkisini ve gündelik gerçekliği
ihmal etmesidir. Her iki yaklaşımda da fark edilen ortak sorun, birinin dini reddederken baş tacı ettiği gündelik gerçekliğe takılıp kalması, diğerinin de dini baş tacı edeceğim diye gündelik bilgiyi ihmal etmesidir.
Bugün her yerde sekülerleşmiş veya gittikçe sekülerleşen bir dünyada yaşadığımıza dair kanaat zihinlere yerleşmekte veya yerleştirilmektedir. Buna karşın küresel olayları yorumlamada din faktörünü göz ardı eden tüm açıklamaların yetersiz kaldığına da şahit olmaktayız. İlk bakışta çelişik gibi duran bu iki önermeyi çözümlemek belki de dinin günümüzdeki yerini belirlemede önemli bir adımı teşkil edecektir. Sekülerleşmeyi tanımlarken
Amerikan felsefecisi Charles Taylor'un tanımlarından birine atıfta bulunmak isterim: Sekülerleşmek, (kendi isteği dışında) kamusal alanda Tanrı'yla karşılaşma zorunluluğuna düşmemektir. Acizane kanaatime göre öncelikle sekülerleşmenin tarihini dindarlığın ve geleneğin yitirilme tarihi olarak algılamaktan vazgeçmek durumundayız. Sekülerleşme, Max Weber'in iddia ettiği gibi bir metafizikten 'arınma' süreci değil, aksine bir geleneğin dönüşüm sürecidir. Bu yüzden de farklı kültürler, farklı örfler ve farklı dini gelenekler modern zamanlarda kendilerine özel sekülerleşme biçimleri üretmişlerdir.
Sekülerleşmeyi dinî atıfları güçlü olan bir geleneğin dönüşümü olarak okumaya başladığımızda, günümüzde dinin dünyadaki konumunu anlamada önemli bir adım atmış olacağımıza inanıyorum. Buna göre Amerika'daki dindarlığın,
Vatikan'ın mevcudiyet ve meşruiyetinin, Orta
doğu ve Uzakdoğu'daki din unsurunun, Türkiye'de dinin kendi aralarındaki farklı yorum ve tezahürleri biraz da bu dönüşüm ve geleneğin farklılığıyla ilgilidir. Fakat daha da önemlisi tüm bu örneklerde din unsuru, sadece sekülerleşmeden artakalan, bir şekilde sekülerleşme sürecinde varlığını koruyabilmiş bir kalıntıyı değil, bizzat bu sekülerleşmenin, din-dünya ilişkisinin kendi varlık biçimini teşkil etmektedir. Örneğin Papa'nın bir ülkeyi ziyaretinin dini ve diplomatik bir ziyaret olabilmesi, Vatikan diye bir ülkenin var ve meşru olabilmesi, Katolikliğin modernite karşısında bir zaferi değildir. Aksine hristiyan bir geleneğin sekülerleşme biçiminde uğradığı dönüşümdür. Yine bu dönüşüm Protestanlığı da üreten bir dönüşümdür. En son
Almanya ziyaretinde Papa'nın özelde Almanya, genelde
Avrupa gündemini önemli oranda meşgul etmesini insanların ve aktörlerin dindarlığıyla açıklamamız yetersiz kalacaktır.
Burada seküler bir mantık işlemektedir, seküler yapı Papa faktörünü kendi içinde bir konuma oturtmuştur ve Papa, (kendi isteği dışında) Taylor'ın ifadesiyle, "Tanrı'yla karşılaşmak zorunda kalmadan" Almanya ziyaretini gerçekleştirmiştir. Yani Katolikliği en üst düzeyde temsil eden bir makam ve ziyaret seküler bir söylem ve anlam çerçevesine oturtulabilmekte ve işe yarar bir şekilde açıklanabilmektedir. Bunu söylerken elbette büyük kitlelerin böyle bir ziyaret esnasında dinî duygularla hareket ettiğini, nice insan için bunun manevi bir tecrübe olduğunu göz ardı etmiyorum. Ancak söylem ve açıklama düzeyinde böyle bir ziyaret aynı zamanda seküler bir ziyarettir, çünkü bu Avrupa'daki sekülerliğin bir parçasıdır.
İslam Dünyasına bakacak olursak burada da süreci -en son Samuel Huntington'un yaygın bir şekilde yaptığı gibi- farklı kutupların bir çatışması olarak düşünmek yetersiz olacaktır. Aksine İslam dünyası kendine ait bir çağı yorumlama süreci içindedir. Bunun adını sekülerleşme koymak zorunda değiliz, fakat böyle adlandırdığımızda bile hata yapmış sayılmayız. Yani kendini İslam gerçeğiyle karşı karşıya gören, İslam dünyasından, İslam dünya algısından kendine yönelik bir tehdit okuyan seküler dünya, esasında kendini tanımlamada eksik kaldığının farkına varmaktadır.
İslamofobi tüm fobiler gibi korku sahibinin öz benliğine ilişkin bir korkudur. İslam dünyası, ürettiği bilgi ile, son dönemde gündemi meşgul eden siyasi dönüşümleriyle,
üretim biçimleriyle sekülerleşme karşısında İslam alternatifini sunmuyor. Esasında İslam geleneğinin yoğurmuş olduğu kültür gittikçe belirginleşen sekülerleşme teklifini izhar etmektedir. Bu sekülerleşme elbette klasik tanımlamalara oturmayacaktır, bir alternatif teşkil edecektir ve mevcut tüm sekülerleşme biçimlerini sorgular pozisyonda olacaktır. Bu varlığının gereğidir. Bu alternatifin varlığı
Müslüman ülkelerin küresel rolünü belirlemektedir. Sekülerleşme kavramını bu
bağlama oturttuğumuzda epeyce
kulak tırmalayan bir kelime üretmiş oluyoruz. Ancak bu bizim sekülerleşme ve din olgularını daima çatışan iki kutup bağlamında düşünmüş olmamızla ilgilidir. Oysa çağdaş birçok araştırma sekülerliğin ne denli dini referanslı olduğunu açığa çıkarmıştır. Metafizikten arınmak olarak algılanan sekülerleşmenin bu açmazı, esasında onun bir anlamda imkânsızlığını da işaret etmektedir. Bu yüzden sekülerleşmeyi metafizikten arınmadan ziyade belli bir metafizik geleneğin kendisini çağın üretim şartlarında ve bir yere kadar üretim dilinde ifade etmesi olarak algılamaktan yanayım. Ancak bu aynı zamanda çağa bir metafizik önerisini de içermektedir ki asıl gözden kaçan husus bu olsa gerek.
Dinin toplumsal etkileri son yüzyılın en önemli tartışma konuları arasında yer almaktadır. Dini siyaset gereklilikleri içinde anlamaya çalışan incelemeler yok değildir. Aynı şekilde dini baş edilmesi gereken bir problematik olarak gören ve adeta misyonerce tavırlarla ona savaş açan, hatta bu uğurda hemen her şeyi mücadelesine alet eden pek çok girişimden söz edilebilir. Hatırlayacaksınız, çöken Sovyet siteminde din sadece çok genel kıymet hükümleriyle değil elde avuçta ne varsa bütün müktese
batıyla birlikte hayattan
tasfiye edilmeye çalışılmıştı. Kuşkusuz bu ameliye farklı bölgelerde, farklı
yaşam tercihlerinde değişik düzeydeki tezahürleriyle can yakmaya devam etmiştir. Çoğu Doğu bloku ülkelerinde din hayattan uzaklaştırılırken Batı bloku ülkelerinde de bir tecritle karşı karşıya geldi. Öyle ki geçtiğimiz yüzyıl dini
tahliye ve tasfiye edenlerle onu tecrid edenlerin bir yarışına döndü adeta. Ülkeden ülkeye değişebilen
laiklik uygulamalarında dini temsil, sembol ve ritüellerin görünürlüğü, kamu alanı içindeki yansımaları esastan
eleştiri ve müzakereye tabi tutuldu. Bunun
Fransa gibi jakoben ülkelerde ve bu ülkeleri takip eden muadillerindeki uygulamaları göz ardı edilemeyecek ağır izlere ve tahribatlara yol açmıştır. İnsan fıtratının en temel başvuru kaynağı olarak din, ister İslam olsun ister diğer dinler olsun katı laiklik uygulamaları içinde sendeletilmeye çalışıldı. Gücü açıkça kırılmaya ve anlam dünyası parçalanmaya çalışıldı. Bugün dünyanın hemen her yerinde ses vermeye devam eden dinin bunca operasyonel müdahalelere rağmen hala insanlığın yegâne umudu olmayı sürdürmesinin mutlaka bir açıklaması, asla ihmal edilmemesi gereken anlamları olmalıdır.
Güney Asya'dan Doğu Avrupa'ya, Amerika'dan Avustralya'ya kadar hemen her yerde din kendi varlığıyla canlılık kazanıyor, devlet pratikleri içinde hesaba katılan kadim bir fenomen olarak öne çıkıyor.
Bütün bunları anlamak için ne yapmak gerekir? Öyle ki sadece otantik ve kurumsallık kazanmış iddiaları olan dinler değil, yeni dinî oluşumlar da bu bağlamda kayda değer bir önem kazanıyor. Kimi kült simalar etrafında manevi tatmin arayanlara artık sıklıkla rastlanabiliyor. Hemen her dini gelenek kendi içinde daha derin dindarlıkların önünü açan yorum ve uygulamalarla yeniden şekilleniyor. Bütün bunlar aslında yeni bir durum değil. Bugün pek çoğumuz için oldukça heyecan verici sayılabilecek bu gelişmelerin aslında şaşılacak bir yanı olmadığı açıktır. Görece geri çekilme şeklinde tasvir edilebilecek bir duraksama ya da bastırmanın ardından din tekrar aynı soğukkanlılık içinde tabiri caizse insanın vicdanı olarak, hayatın kalbi olarak arzı endam ediyor. Aslında örtbas edilemeyecek pek çok şey var ve bütün bunların arkasında dinin ne düzeyde rol oynadığı konusunda ihmal edilmemesi gereken açıklıkta bir analize her zaman ihtiyaç var.
Prof. Dr.
Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı
Zaman