İnsanın nefs-i emmâresi, boynuna taktığı gemle onu hep
haram olan yerlerde gezdirir, varılması caiz olmayan eğri-büğrü yollara sevk eder, söylenmemesi gerekli olan şeyleri söylettirir, dinlenmemesi gerekli olan şeyleri dinlettirir, uzanmaması gerekli olan hususlara el uzattırır, düşünülmesi memnu olan, en azından hayalin fıskına vesile olabilecek noktalarda insanı olumsuz düşüncelere sevk edip onun hayalini fıskla kirletir.
Sonra devamla hayalin fıskı, ruhun fıskına inkılab eder, sonuç itibarıyla da insan bir fâsık olup çıkar.
Mü'min, Ekin Gibidir
Bu nefisten bir derece üstte ise nefs-i levvâme vardır. Bu nefis mertebesinde insan en
küçük fenalıklardan dahi tedirgin ve rahatsız olabiliyorsa ki bunun en aşağı mertebesi, insanın işlediği günahlar karşısında rahatsızlık duymasıdır. Bu nefis mertebesinde insan, harama nazar ettiği zaman
akrep sokmuş gibi hemen serumun yanına koşar, namazında bir kusur yaptığı zaman, "Miracımı berbat ettim!" diyerek kendiyle yüzleşir. O, öncelikle böyle büyük şeylerden başlayarak daha sonra kendi içinden geçen hususlardan dolayı dahi kendini levm etmeye başlar. Bu makamın beyanını şu hadisin içinde bulmak mümkündür: "Mü'min, tıpkı ekin gibidir. Yatar fakat yine doğrulur ve kalkar." Bu tabakadaki insan, bütün bir hayat boyu kendi iç kavgasıyla hayatını devam ettirir. Bunu yaparken de
Allah'ın inayetiyle ye'se ve ümitsizliğe düşüp boğulmaz. Her defasında kendisini yenilemesini bilir. Olabildiğine bir canlılık ve neşat içinde düştüğü gibi doğrulur, Allah (c.c.) korkusuyla tir tir titrer ve hep Allah'ın rahmetini umar. Bu ise nefs-i levvâmenin en âli mertebesidir. Aynı zamanda nefs-i râziyeye geçmenin de ilk basamağıdır.
Pek çok mümin, hayatının belli dönemlerinde, küçüğünden büyüğüne işlemiş olduğu günahlardan ciddi şekilde rahatsız olduğunu hissetmiştir. İşte bu nefs-i levvâme mertebesine ait bir hususiyettir ve bunu hissetmeyen bir nefis de hâlâ emmârededir. Aslında işlemiş olduğu kötülüklerden dolayı rahatsız olmayan bir insanın geleceğinden endişe edilir. İç dünyasında veya davranışlarında Allah'ın hoşuna gitmeyecek hareketleri yapan bir insan, edip eylediği kötülüklerden rahatsızlık duymuyorsa, o insan, her an yıkılabilecek şekilde tehlikeli bir durumda bulunuyor demektir. Bu itibarla, günah işleyen bir mümin,
vakit fevt etmeden hemen
tevbe edip dergâh-ı nezd-i Ulûhiyet ve ehadiyette kemerbeste-i ubudiyet içinde âh u vâh edip inlemelidir. Dahası, bu günahının keffareti için etrafına sadaka dağıtmalıdır. Nitekim hadis diye rivayet edilen "Her günah, işlendiğinde tevbe etmeden evvel bir sadaka verin!" beyanı da bu hakikati ifade etmektedir.
Yukarıda da ifade edildiği gibi nefs-i levvâme sırrına ulaşamayan bir insan, nefs-i emmâre dairesi içinde geziyor demektir ve o her zaman tehlikededir. Vâkıa bazı ehlullah, hatta Hz. Yusuf gibi bazı peygamberler bile nefs-i emmâreden şikâyet etmişlerdir ama bu elbette farklı bir mülahazadır.
Evet, her mümin, bir yılan veya çıyanın karşısında duruyor gibi nefsine karşı devamlı surette gerilim içinde olmalı ve nefsini
kınamalıdır. Bu kınama işinin herkes için yapılmasının doğru olup olmayacağının münakaşası yapılabilir. Bu, tamamen her insanın vicdanına kalmış sübjektif bir meseledir. Ancak münakaşası yapılamayacak bir mesele vardır ki, o da insanın, hangi mertebede olursa olsun daima günahlarını hatırında tutmasıdır. İnsan hal-i hazırdaki ömrüne kadar geçmişini düşünüp, bugünden sonra yarınla başlayan bütün ömrüyle çok iyi hazırlanması için sık sık geçmişin defterini okuması şarttır. Büyük muhasebe insanı Hasan Basri Hazretleri ihtimal hayalinden geçenlerle alakalı - seyyiatını madde madde sayarak adeta kendine şunlarla seslenmektedir: "Fâsık!
Hani sen bir gün, falan çarşıdan geçerken, orada bir haramın olduğunu gördüğün halde gözlerini
kontrol etmedin. Biliyordun ki, gözüne bir haram ilişecek, yine de dikkatli olmadın. Sen bu halinle hâlâ velilik mi iddia ediyorsun? Yine sen bir gün şurada duruyordun. Orada nefsini gemlemen mümkün iken, nefsini olabildiğine salıverdin. Serkeş bir at gibi nefsinin arkasından sürüklenip gittin!" vs... vs...
Bu sebeple insan, yer yer nefsini kınamalı, kendini yeniden ayarlamalı, sık sık vaziyet değerlendirmesi yapmalı ve ileriye matuf bütün iş ve davranışlarını, geçmiş hayatını da nazara alarak ayarlamalıdır. Ayrıca bir kul, kendisine verilen lütuflar karşısında devamlı surette Alvar İmamı'nın ifadesiyle "Değildir bu bana layık bu bende / Bana bu lütf ile ihsan nedendir?" duygu ve düşüncesi içinde olmalıdır.
Evet, insan nefsini kınamalıdır; ancak bununla birlikte şu hususları da unutmamalıdır:
1. Kınama, insanı ümitsizliğe götürecek, Allah'ın rahmetinden ümidini kestirecek ve muvazene bozukluğuna sevk edecek şekilde olmamalıdır.
2. İnsan ellerini kaldırıp Rabb'inden bir şey istediği zaman mümkün mertebe bu muhakemeyi (kendini levm edip kınamayı) yapmamalı, sadece O'nun rahmetine teveccüh edip rahmetini düşünerek istekte bulunmalıdır.
3. Bir
hizmet kervanı içinde bulunan bir insan, kervandaki diğer yolcuların hareketlerini hüsn-ü zanna hamletmeli ve "Rabb'im! Bu kadar insanın hepsi fâsık u fâcir olamaz. Nefsim hakkında ben böyle düşünsem de onların davranışlarını fena yöne hamledemem." duygu ve düşüncesi içinde hareket etmelidir.
Hâsılı, nefsini kınama, tenkid etme ve daima onun kötülüğünü telkin etme hususu, mutlaka böyle ayrı ayrı mülahazalarla ele alınarak bir değerlendirmeye tabi tutulmalıdır.
Her şeyin en doğrusunu Allah (cc) bilir.
- Nefs-i levvâme, öncelikle büyük şeylerden başlayarak daha sonra kendi içinden geçen hususlardan dolayı dahi kendini levm etmeye, ayıplamaya başlar.
- Levvame, nefsin kendini kınaması, asla insanı ümitsizliğe götürecek, Allah'ın rahmetinden ümidini kestirecek ve muvazene bozukluğuna sevk edecek şekilde olmamalıdır.
- Levvame tabakası insanı, bütün bir hayat boyu kendi iç kavgasıyla hayatını devam ettirir. Ne var ki -Allah'ın inayetiyle- asla ye'se ve ümitsizliğe düşüp boğulmaz.