Milletimizin sosyal çimentosu
Daha düne kadar
ekonomik krizlerin yol açtığı siyasi krizlerle boğuşan bir
ülkeydik. İş başına gelen hükümetler
doğal sürelerini doldurmadan
erken seçime gitmek zorunda kalıyorlardı. Yukarıdaki bu gelişmeler tabanı daha derinden etkiliyor, bir gün önce zengin olan vatandaşımız ertesi gün fakirleşebiliyordu.
Yakın tarihimizde
yöneticilerimiz siyasi rekabetleri gereği birbirleriyle çok ağır
kavgalar yapmış; kendilerini rejimi koruma güdüsüyle
muvazzaf görenler, yine kendilerini milletten üstün görüp ona yukarıdan
bakan atanmış ‘seçkin’lerle iş birliği içinde, seçilmiş hükümetlere darbeler indirmiş; bu darbeler neticesinde asıl darbeyi yiyip fakirleşenler, ezilenler hep mütevazi
halk tabakaları olmuştur. Ancak onlar ne birbirleriyle Batı toplumundakilere benzer şekilde kavga etmişler, ne de yöneticilerine
isyan bayrağı çekmeyi akıllarına getirmişlerdir.
Peki ama neden? Halbuki insanın doğal yapısında vardır hakkını aramak, hakkını almak için gerekirse mücadelenin her türlüsüne baş vurmak. Yıllarca, masumane dinini yaşamak istediğinde bile hemen mürteci damgası yiyen, seçtiği hükümetlerin muktedir olmasına fırsat verilmeyen, kendi seçtiği yöneticilerin baştan uzaklaştırılması sonucunda oluşan krizlerin en çok yine kendisini vurduğu
Türkiye vatandaşını bu kadar anlayışlı ve dirayetli olmaya sevk eden faktör nedir?
Bu anlayışta dinin rolü
Din, ilkel kabilelerden,
modern şehir devletlerine kadar her toplumun en önemli unsurlarından birisi olmuştur.
Tarih boyunca dünyada duvarsız, edebiyatsız, yazısız, töresiz çok topluluklar olmuş; ancak mabutsuz ve mabetsiz toplumlar olmamıştır.
Dinin bir toplumu nasıl etkilediğini anlamak için onun sosyal tezahürlerine bakmak gerekir. Sosyal olayların bizzat kendisini incelemek bizi doğru sonuca götürmez. Yani nasıl bir patlamada önemli olan unsur, gazın ateşlemesini sağlayan kibrit veya
çakmak değil; gazın genleşme kuvveti ise, sosyolojik olarak da hadise ve olayların zorlamasına rağmen toplumumuzdaki bu asil duruşun kendisi değil, arkasındaki böyle asil davranmaya sebep olan etken önemlidir.
İslamiyet’in ruhunda, başkalarını en az kendin kadar düşünme, komşun açken tok yatmama, ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşma, misafiri aziz bilme, yapılan işlerde
Allah rızasını esas alma gibi burada sayamayacağım kadar çok haslet vardır. İslam’da Allah hakkı,
evet çok önemlidir ancak bizzat dinin Sahibi, ‘kul hakkının kendi hakkından daha önemli olduğunu’ buyurmaktadır.
İnsan bir çok zorlukla mücadele edebilir ancak ona en zor gelen mücadele açlıkla olan mücadelesidir. Bu yüzden ekonomi geçmişte olduğu gibi günümüzde de en hayati müesseselerden biridir. Çıkan krizler, kargaşalar, anlaşmazlıkların altında hep ekonomik mücadeleler vardır.
Nitekim Türkiye’de çıkan krizlerin altında da hep ekonomik nedenler başı çekmiştir. İslam, “sen çalış ben yiyeyim” fikr-i menhusunu ortadan kaldırmak için faizi
yasaklarken; günümüz kapitalist ekonomik sisteminde bu yasak uygulanmamıştır. Her emrinde bir hikmet bulunan İslam’ın bu emrinin yerine getirilmemesi neticesinde meydana gelen ekonomik krizlerde toplumsal kargaşayı engelleyen faktör yine “ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne” egoist düşüncesini zekat ve sadakayla ortadan kaldıran İslam olmuştur. Nitekim en ufak bir krizde dayanamayıp hemen sokaklara dökülen
Avrupa halklarının içler acısı hali bu tezimizin ne kadar doğru ve yerinde olduğunu ispat etmektedir.
Bir zamanların yönetici elitleri bunun farkına vardılar mı bilemem ancak onların yanlı ve yanlış bir şekilde kullandığı irticaya(!) sebep olan mürteciler(!) toplumsal dayanışmanın, huzurun, barışın ve refahın kaynağı olmuşlardır. Çünkü onların arasında adeta bir vücudun organları gibi olmalarını sağlayan din çimentosu gibi sağlam bir bağ vardır.
Bu bağ zayıflıyor mu?
Son yıllarda artan ekonomik refaha rağmen başta
aile kurumumuz olmak üzere toplumsal yapımızda kırılmaların olduğu göze çarpmakta. Krizin ve sıkıntının olduğu dönemde var olmayan toplumsal problemlerin ekonomik refahın olduğu dönemlerde artması oldukça manidar.
Ancak bu son derece fıtridir. İnsanda ruh, cesedin rağmına gelişir. Yani beden ne kadar rahat olursa ruh o kadar rahatsız olur. Maddi yönden rahat insanlardan oluşan bir topluluk, ruhuna ve mana köklerine aynı oranda itina göstermezse toplumsal çözülme kaçınılmaz olur.
Ekonomik zorluklar, çekilen çile ve ızdıraplar, başa gelen musibetler neticesinde bunlara sabreden bir insanın manevi dünyası ister istemez gelişir. Aksi bir durumda iradi olarak gayret göstermezse ruh maddenin boğucu atmosferinde nefes alamaz hale gelebilir.
O halde ne yapacağız? Allah’tan musibet istemeyeceğimize göre halimize şükredip, bizi bir arada tutan bu değerleri sağlamlaştırma adına ruhumuza, manevi hayatımıza daha fazla özen göstereceğiz ki; tarih tekerrür etmesin, bizlere güvenen ülke ve toplumlar sukut-i hayale uğramasın.
Taha ÜNAL
Din Sosyolojisi Uzmanı
[email protected]