“Sizin hissiyatınızı benim hissiyatımdan daha dûn görmüyorum ama kendi namıma söyleyeyim; şu sıkıntılı halime rağmen bunların çok daha fazlasına katlanmaya hazırım. Biz maddi sebepler planında yapılması gerekli olan şeyleri hiç ihmal etmeden yapıp vazifemize devam etmeliyiz. Gelecekte kimin haklı, kimin haksız olduğu görülecek. O günler geldiğinde siz de diyeceksiniz ki; iyi ki katlanmışız bu sıkıntılara. Eğer bunlara katlanmasaydık hizmet muzaaf veya mük’ap olarak katlanmayacaktı.”
Şimdi size 10-15 dakikalık sohbetin en sonuna götürecek ve tekrar başa döneceğim. Hani bazı filmler vardır, senarist olmadığınız, o filmi daha önce hiç izlemediğiniz halde sonucu tahmin edersiniz ya; ben de sohbetin böyle bir sonla biteceğini tahmin ettim. Gözyaşı ile bitecek dedim içimden. Gidişat onu gösteriyordu. Mantıkî hiçbir boşluğun olmadığı, akla gelmesi muhtemel sorulara cevapların verildiği, sorularla muhtevanın derinleştirilmeye çalışıldığı ve hepsinden önemlisi his ve heyecanın yavaş yavaş zirve yaptığı bu sohbetin gözyaşları ile biteceğini tahmin etmek bu türlü sohbet meclislerine âşina olan insanlar için zor olmasa gerekti.
“Hepinizin hissiyatına tercüman olma manasında diyorum ki…” diye son cümlelerine başladı ve “cennet” dedi. Sonra cennetin bütün güzelliklerini tarif ve tavsif etti. Kur’an ayetleri, Hz. Peygamber’in (sas) beyanları ile temellendirilebilirdi bu tarif ve tavsifler... Ardından; “İşte, böylesi bir cennete girmek mi yoksa şu katlandığınız sıkıntıların, yaşadığınız daralmaların onlarca katına katlanarak insanlığa hak ve hakikati anlatmak mı? Bu uğurda yaptığınız hizmetlere hiçbir şey olmamış gibi devam etmek mi?” Gür sesle birisinin “ikincisi” dediğini duyduk hep birlikte. Sesin geldiği yere kafasını çevirip tasdik makamında başını salladı ve son cümleyi söyledi: “Sizin hissiyatınızı benim hissiyatımdan daha dûn görmüyorum ama kendi namıma söyleyeyim; şu sıkıntılı halime rağmen bunların çok daha fazlasına katlanmaya hazırım.” Kopacaktı zaten salon, bu cümleler kopmanın başlangıcını teşkil etti. Hocaefendi ağlaya ağlaya odasına girerken, salonda gözyaşları Sahibine doğru yola çıkıyordu.
Geriye döneyim şimdi; sohbet Alvarlı Efe Hazretleri’nin “Perişanım bugün cânâ perişan olmayan bilmez. Cevahir kadrini cevher fürûşân olmayan bilmez.” dizeleri ile başladı. “İnsanın böyle ahvâl karşısında perişan olması biraz imanının seviyesi, biraz insanlığının derinliği, biraz su-i akıbet endişesi, biraz hüsn-ü akıbetin neler vaat ettiğini bilmekle olur. Sûfiler gerçek insanî değerleri üns billah’a bağlamışlar. Zirve seviyesinde bunu temsil eden peygamberler de insanlar üns billah’a gelmiyorlar diye ölüp ölüp dirilmişler. Sırasıyla evliya, asfiya, mukarrabîn. Zilliyet planında bu insanlar duymuş aynı sıkıntıları.” Burada durdu, çoklarımızın bildiği nice isimler saydı. İmam Rabbani’den Şeyh Sibgatullah’a, Abdulkadir Geylani’den Muhammed Küfrevi’ye kadar birçok isim. Sonra cümlelerini şöyle sürdürdü: “Büyük insan yetimi bir nesiliz biz. Görmedik böyle insanlar…” Defalarca dediğim gibi denge insanı. Sözün tam burasında, “Mutlak manada bunları tezkiyede bulunmak Allah’a karşı ayrı bir saygısızlıktır ama büyük insanlar bunlar bilebildiğimiz kadarıyla.” dedi.
Benim burada dikkatimi çeken şey iman ve üns billah münasebeti oldu. Şuara ve Kehf surelerinde hemen hemen aynı mealde iki ayetle anlatılan bu hakikati biz hep muhataplarının iman etmesi olarak anlıyorduk. Daha doğrusu ben öyle anlıyordum. Dolayısıyla Efendimiz’in (sas) iman etmeyenler ekseninde böylesi bir sıkıntı içine girdiğini ve Kur’an’ın, “Şimdi, bu söze inanmazlarsa, demek sen onların ardına düşüp nerdeyse kendini helak edeceksin.” ayetiyle onu tebcil ve takdir ettiğini düşünüyordum. Doğru, bu anlamada bir problem yok ama üns billah dediğinizde ötesini de görüyorsunuz; o da iman edenlerin imanda seviye kat’ etmemeleri de aynı ölçüde olmasa bile Efendimiz’i (sas) dilgîr etmiş. Bir anahtar hüviyetinde olan bu yaklaşımı merkeze alırsanız, bunu destekleyecek onlarca, yüzlerce hadise bulmak mümkün Efendimiz’in (sas) hayatında. Tafsilatı müstakil bir yazı konusu olan bu hususu şimdilik bir kenara bırakıp sohbete dönelim.
Tahmin edeceğiniz gibi sözün bundan sonraki akışında başta peygamberler olmak üzere günümüze kadar uzayan büyüklerin din-iman uğrunda çektikleri sıkıntıları anlattı. Oldukça uzun süren bu bölümden sonra dedi ki: “Onların çektikleri ile bizimkiler mukayese bile edilmez. Biz maddi sebepler planında yapılması gerekli olan şeyleri hiç ihmal etmeden yapıp vazifemize devam etmeliyiz. Gelecekte kimin haklı, kimin haksız olduğu görülecek. O günler geldiğinde siz de diyeceksiniz ki; iyi ki katlanmışız bu sıkıntılara. Eğer bunlara katlanmasaydık hizmet muzaaf veya mük’ap olarak katlanmayacaktı.”
Önemli bir cümle bu. Kehanet değil, dünden hareketle bugünü, bugünden hareketle yarını görmenin ifadesi. Allah’a, O’nun sonsuz lütuf ve ihsanlarına halis bir iman ve itminanın göstergesi. Artık siyasî literatürümüze de giren cümleyle “abdestinden ve namazından emin oluşun” tezahürü. Nitekim devamında söylediği şu cümleler bu yorumlara haklılık kazandırıyor: “Verdiği şeyler vereceği şeylerin teminatıdır; en inandırıcı referansıdır. Biraz önce söylediğim o büyük kametlere nispetle zahmetsiz, meşakkatsiz yaptığımız hizmetlere azmimizi, cehdimizi katlayıp devam edeceğiz. Üstad’ın aktardığı gibi ‘gemiler sizin arzunuza, isteklerinize göre seyretmez.’”
Birisinin hatırlatması ile şahsen tekrarından benim utandığım “sahte veli, yalancı peygamber, âlim müsveddesi…” gibi sözler devreye girdi. Cümleyi bitirmesine imkân vermedi. “Önemsememek lazım. Herkes kendi karakterinin gereğine göre amel eder. Çevre görmüyor mu? Hepsini bir anda göremeyebilirler. Ama zamanla görecekler. Acele etmeyin…”
“Dua vakti geldi, abdest tazeleyecek olanlar tazelesin.” dedi ama kimse yerinden ayrılmadı. Bir mahzuniyet çökmüştü herkesin üzerine. Hakaret kelimesinin hafif kaldığı son sözlerin hatırlatılması ayrı bir havanın esmesine sebebiyet verdi her nedense. Huzurun insibağına boyanmış simalar, meltem misali esen rüzgârdan istifade eden gönüller bu mahzun ortamda teselli ve tesliye babında bir şeyler demek istiyordu. Fakat mehabetin araya koyduğu mesafeyi, huzurda bulunmanın lazım-ı gayr-ı müfârıkı olan saygının eşiğini aşıp kimse de bir şey diyemedi. Hocaefendi gibi mütecessis bir insanın bunu görmemesi, duymaması, hissetmemesi mümkün değildi. Bana sorarsanız; gördü, duydu ve hissetti ki yazının başlangıcında söylediğim “Hepinizin hissiyatına tercüman olma manasında diyorum ki…” cümleleri ile yeniden söze başladı. Gerisini biliyorsunuz.
Farklıydı bugün burası. Farkı fark etmek için “fark” makamında olmaya gerek yoktu. Hele hele Faruk olmaya hiç ihtiyaç yoktu. Allah’a şükür, tasavvuf erbabının dediği gibi “Cem’den sükût, fark’ta sübût” noktasını yakalamış, “cemâl ile celâl’i bir bilip kemâl’in mazhariyetine ermiş” bir mürşid-i kâmil vardı ve onun gönüllere akan beyanları muvakkaten de olsa muhataplarını oralara çıkarıyordu. Hamd O’na, minnet O’na, şükran O’na (cc)