Henüz doğmamışken, dünya denen yerin ne menem bir şey olduğunu daha öğrenemeden, kendi başına bir kere bile soluk alamadan öte tarafa göçtü.
Adı bile yoktu. Kendisine ne deneceğini hiç bilemeyecek. Hangi kelime söylediğinde dönüp bakması gerektiğini hiçbir zaman öğrenemeyecek. Karnında yaşadığı annesiyle, babasıyla ve kardeşleriyle bu dünyadan çekip gitti. Ablası Gülistan, abisi Azat ve diğer abisi Mehmet’i hiç tanıyamadı. Ablasının nasıl gözleri vardı, kardeşleri nasıl bakarlardı, nasıl konuşurlardı, kendisi onlara benziyor muydu? Ablası Gülistan’ın yürüyemediğini de hiç öğrenemedi, hem yürümenin ne olduğunu da bilmiyordu. Elektrik kontağı nedir, yangın nedir, yanmak nedir, duman nedir, zehirlenmek nedir bilemeden, bu zalim dünyaya selam veremeden geldiği yere döndü.
Oysa dünya liderinin yönettiği ülkede doğacaktı. Milyarlarca liranın çerez parası olarak makam arabalarına verildiği, itibar için üçe beşe bakılmayan bir ülkede yaşayacaktı. Devleti yönetenlerin büyük devlet olma diye bir idealleri vardı ve bunun için daha büyük saraylara, daha gösterişli makam arabalarına, yüzlerce binlerce koruma ordusuna ihtiyaç vardı.
Kendisinin işsiz bir babanın çocuğu olarak doğmadan öldüğünden haberi olmadı. Onun gibi çok çocuk vardı, birisi ya da diğeri ne fark ederdi! Bu hayatlar, bu canlar, küçük dünyaların işiydi. Büyük devlet olmanın bir bedeli vardı ve henüz doğamamış, insan kucağına gelmemiş o bedene, bu bedeli ödeyenler arasında olma görevi düşmüştü.
(...)