Meryem Konuk / TR724
Eşim yanıma geldiğinde ondan beni nehrin kenarına götürmesini istedim. Uzun zamandır hava ilk kez böyle güzeldi. Güneş, sakince akan nehrin sularında sanki dans ediyor ve önce yüzümü sonra yüreğimi ısıtıyordu. Buraya gelmekle iyi etmiştim. Çocukluğumdan beri başta evimizin önünden geçen nehir olmak üzere, su beni hep rahatlatmıştı. Belki göz yaşlarım birlikte akacak bir zemin bulduğu için artık hızla süzülüyordu yanaklarımdan. Az önce ne yaşamıştım? Adam neden böyle davranmıştı? Ben nerede hata yapmıştım?
Tek yaptığım dükkanından içeri girmek olmuştu. Attığım ilk adımda diğer müşterileriyle ilgilenmeyi bırakıp hızla bana yönelmiş ve uzun uzun birkaç cümle kurmuştu. Ben ise üzülerek Almanca bilmediğimi ifade etmiştim. ‘Eğer Almanca bilmiyorsan bu dükkâna giremezsin’ demişti. Gerçekten ne demek istediğini anlayamamıştım. Şimdiye kadar bu ülkede birçok kez dil bilmediğim halde alışveriş yaptığım olmuştu. Üstüne üstlük bugün ‘Bu ne kadar?’ cümlesinin Almancasını öğrenmiş, ilk kez pratik yapacak olmanın heyecanını taşıyordum. Söyledikleri karşısında afalladım. ‘Burada çok yeniyim. Henüz bilmiyorum ama dilinizi öğreneceğim.’ dedim. ‘Hayır’ dedi adam kızarak. ‘Seni dükkanımda istemiyorum.’ Kapıyı açtı ve beni dışarı çıkardı. Arkamdan hızla kapanan kapı, sanki gönlümde her insanı buyur etmek için ayırdığım sandalyeleri domino taşı gibi bir bir devirdi. Öylece kalakaldım.
Adam belli ki yabancılardan, belki de en çok başörtülü ve dil bilmeyenlerinden hoşlanmıyordu. Nedense ona kızamamış, niçin bunu yaptığını düşünmeye başlamıştım. Beni, ülkesinde yan gelip yatan ve ekmeğini yediği toprağın dilini bile öğrenmeye tenezzül etmeyen bir mülteci mi sanmıştı acaba? Mülteci olduğum doğruydu ancak bu dili öğrenmeyi çok istiyordum. Hatta gelecek hafta dil kursum başlayacaktı. Onu anlamaya çalışsam da yaptığı şeyin makul bir tarafı yoktu. Bu ülkeye geldiğimden beri yaşadığım ve beni sarsan ikinci hadiseydi bu. Diğerinde mecburi olarak yaşadığımız dairenin ısıtma probleminden dolayı hastalanan bebeğim üşümesin diye sadece geceleri kullandığım elektrikli ısıtıcı için güneş doğmadan kapımız çalınmış ve ayakkabılarıyla içeri giren yetkililer tarafından ikaz edilmiştik. Bebeğim üşüdüğü için ısıtıcıyı kullandığımı söylemiş yine de onları ikna edemeyince de, ‘Ama ben bir anneyim…’ diye başladığım cümlemi gözyaşlarım tamamlamama izin vermemişti. Ömrümde ilk kez tanımadığım kişilerin karşısında ağlamak ama en çok da ‘Öyleyse biz bu soğukta yaşamak istemiyoruz’ diyememek ağır gelmişti. Yavrumuzla ne kapısını çalacağımız bir kimsemiz ne de geri dönebileceğimiz sıcak bir yuvamız vardı. Şimdi ise annemin ak sütünü emdiğim vakitlerden beri dilimdeki en güzel türkü olan Türkçe’mle var olabileceğim bir vatanın çok uzağındaydım. Ötekiydim. İstenmeyendim. Hayır, aslında bu kısım tam olarak doğru değildi. Öyle olsa taşındıktan kısa bir süre sonra elinde hediyelerle çalmazdı kapımızı Alman komşumuz. Kafam gerçekten çok karışık ve ne hissedeceğimi bilemez bir haldeydim.
‘SEN BİZİ KİMİN ELİNE BIRAKIYORSUN ALLAH’IM?’
Nehrin kıyısında öylece dururken dün cenazesine gittiğim teyzenin hikayesini anımsadım. 1972 yılında işçi göçüyle Almanya’ya gelmiş ve nice evlatlar, torunlar yetiştirmişti bu topraklarda. O ve nesli, öteki olmanın acılarını hangi tonda yaşadı bilmiyorum ama benden daha büyük zorluklar yaşadıkları kesindi. Teyzenin son isteği Türkiye’de gömülmekti. Ancak evlatları Hizmet Hareketi’ne mensup olduğu için vatanlarına ayak bastıklarında daha cenazeyi kaldırmadan yakalanıp hapse atılma ihtimalleri olması nedeniyle, annelerinin bu son arzusunu yerine getirememişlerdi. Dirisine de ölüsüne de zulmeden bir ülke, ne kadar vatandır bizlere, cevabını veremedim.
Burada bir dükkânın kapısından kovulurken, şimdi kendi ülkemde olsam kim bilir nelere maruz kalacaktım? Bir arkadaşım, uzun zamandır oğluna gönüllü ders verdiği komşusunun darbeden sonra onlara, ‘Eğer reisimiz emir verirse ilk sizi öldürürüm.’ dediğini anlatmıştı. Ve birkaç sokak ilerde oturan bir başka arkadaşının evine gece yarısı mahalleden insanların girip, ‘Cemaatten olanların malı da karısı da bize helal.’ diyerek ortalığı talan ettiğini söylemişti. Şükür ki ev halkı o gece orda değildi. Bu hadiseden sonra arkadaşım aynı şeyi yaşamaktan korkup, bir gece gizlice evden ayrılmışlardı. Evi taşımaya gelen kişilere bile müsaade etmeyen komşular, kim bilir onları görse ne yaparlardı… Şimdi vatanım dediğim bu zulüm diyarında mı yoksa burada olmak mı daha zordu? Dudaklarımdan aylar öncesinden bana hatıra kalan o yakarış döküldü: ‘Sen bizi kimin eline bırakıyorsun Allah’ım?’
MERİÇ NEHRİ’NİN KIYISINDA
Almanya’nın Ren nehrinin küçük bir kolu olan bu suyun başında, öteki olmanın verdiği acıyla yüzleşirken ettiğim bu duayı, ilk kez dört ay önce yine bir nehrin kıyısında mırıldanmıştım. O vakit coğrafya dersinde adını duymuşluğumun ötesinde hiçbir tanışıklığım olmayan Meriç Nehri, hayatımın en büyük yolculuğunda bana yarenlik edecekti. Dolunayın yanımıza aldığımız fenerleri utandıracak denli güzel aydınlattığı bir gecede çıkmıştık yola.
O gece, yolculuk için belki de son şansımızdı. Hava durumu ertesi sabah başlayıp bir hafta sürecek yoğun yağış uyarısında bulunuyordu. Gece 21 sularıydı. 16 aylık oğlum, Rabbimin inayetiyle hiç de adeti olmadığı üzere bu saatte uykuya dalmış, işimizi kolaylaştırmıştı. Eşimin ısrarına rağmen bebeğimi sırtıma bağlamış, bu kutlu yolculuğun en masumu olan yavrumu taşıma şerefini kimseye vermek istememiştim. 17 yıllık öğrencilik hayatımda hocalarıma ve arkadaşlarıma haksızlık olur diye bir kere kopya çekmemiş biri olarak, bu gece yasaları çiğneyip bir kaçak gibi ayrılıyordum ülkemden. Bu kararı vermek elbette kolay olmamıştı.
Yolculuğumuzdan birkaç ay öncesiydi…. Fırsata dönüştürülen darbeyle elimden alınan öğretmenliğimin iadesi adına toplanan kurul, bana partili bir tanıdığım olup olmadığını sormuş, böyle birinin bana referans olması durumunda mesleğime geri dönebileceğimi söylemişti. ‘Şimdiye kadarki eğitim hayatım ve TC vatandaşı olarak ülkeme sunduğum hizmet, benim en büyük referansımdır. Başka bir şeye ihtiyaç duymuyorum. Bu halde başvurumu kabul etmeyecekseniz, bu da sizin takdirinizdir.’ demiştim. Beklediğim üzere başvurum reddedilmişti.
Bu yolculuğu benim için mecburi kılan bir diğer sebep ise, hiçbir gerekçe gösterilmeden pasaportumun iptal edilmesiydi. Bu konuda danıştığımız bir avukat, hakkımızda yürütülen bir soruşturma olabileceğini söylemişti. Durumu riske atamazdık. 15 Temmuz sonrası tutuklanıp, ilk sorgusuna kadar aylarca suçsuz yere hapis yatan arkadaşlarımız vardı. Zalimin işini kolaylaştırmak, hakkın hatırını ayaklar altına almaktı.
HZ. YUNUS’UN MÜNACATI, HZ. EYYUB’UN DUASI…
29 yıllık hayatımda devletimin zararına herhangi bir eylemim olmamasına rağmen, şimdi kanun aleyhine kaçakçılık yapan insanlara muhtaçtım. Sonradan sıkça duyacağım üzere aslında bu kimseler, bazen kendilerine inanan nice masumu yolda bırakmış, kurtlara yem etmişti. Durumunu anlatmasına rağmen lohusa bir kadını nehre en uzak noktalardan birinden 12 saat yürütmüşlerdi. Bota binerken dikiş yerlerinden kanlar akan bu kadın, duyduğum nice hüzünlü hikâyenin kahramanlarından sadece birisiydi.
Öyleyse bu yolda böylesi merhametsiz kimseler olamazdı benim rehberim. İşte bu duayı ilk kez orada etmiştim: ‘Beni kimin eline bırakıyorsun Allah’ım? Şu, ismini bile bilmediğim, beni ne tarafa götüreceğini kestiremediğim yabancı kimselerin eline mi? Yoksa geride kalsam namusumu, emanetin olan yavrumu, inandığım değerleri korumaktan endişe ettiğim kimselerin eline mi? Rehberim sen ol Allah’ım! Bırakma beni kimseye ne olur!’
Dilimde Efendim (sav)’in hicret yolunda zikrettiği Yasin Suresi 9. ayeti, Hz. Yunus’un münacatı, Hz. Eyyub’un duası…
Kaç saat yürüyeceğimizi bilmediğimiz bu yolda daha ilk adımı atmadan eşimin ayağına şiddetli bir kramp girmesi, gece devriyesine çıkan polisler nedeniyle son anda güzergahın değişmesi, yürüyüp geçeceğimiz tarlada harıl harıl çalışan bir çiftçinin saatler ilerlese de, traktörünün o her şeyi ayan beyan açığa çıkaran kuvvetli lambalarını söndürüp bir türlü evine gitmeyişi… Tüm sebepler ittifak etmiş aleyhimize görünürken, bir yandan içimdeki o tarifi imkansız huzur… Yine olsa yine yürürüm dediğim, bir daha ne zaman nasip olur bilemediğim vatan toprağının üstündeki son anlarım…
Kendimi bildim bileli güneşi de ayı da, yazı da kışı da bu topraklarda gördüm. Şimdi ise nice sevdiğim güzel insanı ve anılarımı geride bırakıyor olmanın derin hüznü içinde yürüyordum. İki saatlik bir yürüyüşün ardından Meriç’e ulaşmıştık. Bizi karşıya geçirecek botun şişmesini beklerken saniyeler sonra bir bilinmeze yelken açacak olmanın tarifi imkânsız heyecanı kalbimi yerinden sökecek gibiydi. Az sonra ‘hadi’ denilecek ve artık geri dönüşü olmayan yolculuk başlayacaktı. Aklıma ilk gelen şey yere eğilip bir avuç toprağı çantamın içine koymak oldu. Ülkemden yanımda bir hatıra olarak götürebileceğim tek şey buydu. Lakin elimle tuttuğum şey, sanki akışkan ve ince taneli olması nedeniyle topraktan ziyade kuma benziyordu. Acaba nehrin genişlediği vakitlerde karşı yakadan buraya taşınmış olabilir mi diye geçirdim içimden. Belki de Türkiye’ye ait değildi. Artık ben nereye aittim ki bilemedim.
‘ACELE EDİN, VAKİT GELDİ…’
Ve işte o ses… ‘Acele edin, vakit geldi’ dedi. Önce ben bindim bota sırtımda oğlumla. Biner binmez hareket etmeye başladı yokuş aşağı duran bot. Telaşlandım. Allah’tan tutup çekti hemen rehberler. Paramız olmadığından can yeleği alamamıştık ama sebeplere riayet deyip sadece bir çiftine paramız yettiği için şişme kolluklardan vardı yanımızda. Biri bana biri eşime. Batacak olsak bir koluma tattığım o ince lastik, sırtımdaki bebekle bizi ne kadar taşırdı, bu o an düşünmek isteyeceğim son şeydi.
Hepimiz bota binince dengeyi sağlayabilme adına doğru pozisyonu bulmaya çalıştık. Lakin bindikten birkaç saniye sonra botun havası inmeye başladı. Tarifi olmayan bir korku kaplamıştı yüreğimi. Nasılsa rehberlerin birkaç hareketiyle sorun çözülüverdi. Sonradan öğreneceğimiz acı gerçek, rehberler tarafından bilerek korkutulduğumuz yönündeydi. Bu iş için onlara ne kadar ihtiyaç duyarsak, kazandıkları para o kadar garanti altına alınmış olacaktı. Bu iş için sanki Avrupa standartlarında hizmet veriyormuş gibi Avro cinsinden bir sürü paramızı almalarına rağmen, yolculuk için minimum düzeyde hazırlık yapılmıştı. Rehberler için ikişer kürek bile yoktu. Tek kürekle yol almaya çalışıyorduk. Zaten bize can yeleği vermelerini beklemek çok komik kaçıyordu. Karşısı görünürde çok yakındı. Lakin nehrin aşağı doğru akan suları bizi hedeften uzaklaştırıyordu. Bir zaman sürüklendik. Saatin 15 dakika dediği, bana ise bir ömür gelen o anlardan sonra ulaştık karşı kıyıya. Ayağım toprağa değdiği anki şükrüm, ancak ölümün kıyısından hayata tutunabilenlerin bilebileceği şekildeydi.
Rehberler geri dönerken hiç tanımadığım bu adamlara el sallıyordum. Eşimin anne ve babası, benim ise babam bu diyardan göçeli çok olmuştu. Hayatta kalan bir annem vardı. Onu ise helallik istemek için bile arayamamıştım. Şimdi bu adamlar, benim en büyük vedamın biricik tanıklarıydı. ‘Hoşça kalın!’ dedim. ‘Her şey için teşekkürler.’ Ve duyamayacakları bir sesle ekledim: ‘Ülkeme benden selam söyleyin!’
6 SAATLİK BİR YÜRÜYÜŞÜN ARDINDAN
Ve Yunan topraklarında susuz kaldığımız, köpekler tarafından kovalandığımız 6 saatlik bir yürüyüşün ardından sabaha doğru ulaştığımız kasabada polis tarafından yakalanmamız, karakola götürülmemiz, çıplak aranmamız, lağımı taşmış bir hücrede 15 saat, kapkaranlık bir hapiste 2 gün kalmamız ve ardından ‘gökyüzü bu kadar mı güzeldi, bilememişim’ deyişimiz… Ve yine bir kaçak olarak adalar şehirler ülkeler geçip, bir mülteci olarak Almanya’ya varışımız…
Aslında bu, benim nerdeyse her gece uyumadan evvel yaptığım bir şey. Her gece Meriç’i geçip öyle dalıyorum uykuya. Unutmak istemiyorum o yolculuğu. Nereden ve nasıl geldiğimi bilirsem, yapmam gerekenlere o kadar iyi odaklanırım sanıyorum. Ama öyle olmuyor işte. Yetmiyor. Bazen böyle beklemediğin bir anda yaşadığın üzücü hadiseler insanın direncini kırıyor. Kırgın ve küskün bir halde ağlarken buluyorsun kendini. Oysa Allah her haline nigehbandır bilmiyor musun? Seni kimsenin eline bırakmayacak, seni zayi etmeyecek, sen O’nu terk etmedikçe O, seni asla terk etmeyecek.
Tüm bunları bilsem de hayli yorgun, ümidimin feri sönmüş bir halde dönüyorum eve. Sadece uyumak istiyorum ama uyandığımda kaldığım yerden hayat beni bekliyor. Yunan topraklarına varınca yolculuğumuzdan haberdar olan ailemin hala, ‘…Ama senin bir suçun yok ki kaçasın?’ deyişleri karşısında ‘700 bebeğin hangisi suçluydu ki aylardır hapisteler?’ diyememek, desen de anlaşılmamak… Durumdan habersiz akrabaların iş gezisinde olduğumuzu sanıp ‘ne zaman dönüyorsunuz?’ sorusuna hep kaçamak cevaplar vermek… Buranın yerlisi olmuş arkadaşların, ‘Bir daha dönmeyi düşünmüyorsunuz değil mi’ diye kolayca sorduğu soru karşısında, ‘Dönecek ev, gidecek vatan mı kaldı ki?’ diyememek… Her şey bir olmuş beni bekliyor. Uyusan da geçmiyor. En büyük dert benim sanma yanlışına düşüyorum bir kez daha. Sonra bir haber düşüyor ekranıma. Dört ay evvel beni karşı kıyıya taşıyan Meriç’in, bu sabah güzel insanları ve masum yavruları ötelere uğurladığını öğreniyorum. Kıyıya vuran cansız bedenler ve hala haber alınamayan kişiler var. Utanıyorum kendimden. Dertlerim bir bir ufalanıyor. Ben küçülüyorum. Şimdi bir daha kovulmak pahasına o dükkânın kapısını çalıp bu insanların hikayesini anlatmak istiyorum. Ama önce Almanca öğrenmem lazım yoksa beni dinlemeyecek biliyorum.
‘HALKIMIZIN BUNU GÖRMESİNİ İSTİYORUM’
Aklıma geçenlerde tanıştığımız Alman gazeteci geliyor. Şehir müzesi için yapılacak bir çalışma kapsamında hikayelerimizi dinlemişti. Arkadaşlarımızdan biri yanında 2 yaşındaki kızının Meriç’ten geçerken tekini düşürdüğü ayakkabısını getirmiş, ‘Bu, bize o yolculuğun hatırası.’ demişti. Gazeteci kadın uzun uzun bu ayakkabıyı incelemiş ve gözyaşlarını tutamamıştı. ‘Bu ayakkabıyı izninizle müzeye koyabilir miyiz? Halkımızın bunu görmesini istiyorum.’ demişti. Haberi hemen ona gönderdim. ‘Biz bu yolculuktan sağ kalanlarız. Ama arkadaşlarımız bu sabah can verdi.’ dedim. Çok üzüldüğünü söyledi ve acımızı hafifletir umuduyla beni müzede bu hikayeleri sergilemek için yardıma davet etti. Memnuniyetle kabul ettim. Sanırım geride kalmanın hakkını ancak bu güzel insanların bilinmesi için çabalayarak ödeyebilirim.
İşte bu satırlar, dünyada iyiler safında olmaya verilmiş bir sözün ebedi hatırlatıcı olsun diye kaleme alındı. Yazanın maharetinden azade, vesile olanların yüceliği nispetinde nazara alınması ümidiyle başladı ilk söz. Sizler, yazanın zayıf hafızası bir gün yine yanılır da yolundan şaşarsa diye şahitler kılındınız verilmiş olan bu söze.
Belki bir gün Ren Nehriyle Meriç Nehri bir yerlerde buluşur, birbirine karışır ve kardeşçe akarlar iç içe. İşte o gün biz de barış köprüleri kurarız nehirler üstüne. Artık bir diğer kıyıya ulaşmak için can pazarı o botlara gerek kalmaz. Nice hikâyenin o nehirlerle birlikte aktığını hatırlar, güzel insanları anar ve gelecekte bir daha asla aynıları yaşanmasın diye dua eder, neslimizi yeryüzünün emniyet verici aydınlık simaları olarak yetiştiririz. Çünkü geride kalan olmak, cansız bedeni kıyıya vuranların emanetçisi ve yazılan tarihin şahidi olmak bunu gerektiriyor.