Albay Hulusi Ağabey Hz. Üstad’a yazdığı mektubunda diyor ki:
Evet İslâmiyet gibi bir âlî tarikatım, acz ve fakrı Allah'a karşı bilmek gibi bir meşrebim, Seyyidi'l-Mürselîn gibi bir rehberim, Kur'ân-ı Azîmüşşân gibi bir mürşidim, bir dakikada mertebe-i velâyete erişmek gibi ulvî bir netice almak mümkün olan askerlik gibi bir mesleğim var.
Üstadım bana ve dinleyen her zevil akla, tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır, beş vakit namazını hakkıyla edâ et, namazın nihayetindeki tesbihleri yap, ittiba'-ı sünnet et, yedi kebâiri işleme dersini vermiştir. Ben gerek bu derse, gerek Risaletü'n-Nur ile verilen derslere, Kur'an'dan istinbat buyurarak gösterdiği hakîkatlere karşı Allah'ın tevfikiyle can ü dilden belî dedim, tasdik ettim ve bana böylece hakikat dersini veren bu zâta da ömrümde ilk defa olarak Üstad dedim. Hatâ etmedim, isabet ettim.
Hulûsi
Bu mektupta Hulûsî Bey, “İslamiyet gibi âlî bir tarîkım (yolum); acz ve fakrı Allah’a karşı bilmek gibi bir meşrebim; Seyyidi’l-Mürselîn gibi bir rehberim, Kur’an-ı Azîmüşşan gibi bir mürşidim, bir dakikada mertebe-i velâyete erişmek gibi ulvî netice almak mümkün olan askerlik gibi bir mesleğim var.” diyor.
Üstad’a evet deyişini ve böyle bir zata Üstad demekle hata etmediğini söyleyen Hulûsî Bey’in, bu hususta ne kadar isabet ettiğini yine kendi dilinden öğrenmeye çalışalım: “1938’de bizi Dersim (Tunceli) isyanını önlemeye ve bastırmaya memur etmişlerdi. İsyan dedikleri şey de, bazı dağ köyleri o yıl vergi verememişti. Bize verilen emir ise tek kelime idi: ‘İmhâ!.. Canlı bir şey bırakmayınız; genç-ihtiyar, çocuk- kadın ve saire...’ Bu tarz bir muamele ile, bunlar salâh mı bulacaklardı? Ben kıt’a komutanı idim. En çetin ve zor vazifeyi de bize verdiler. ‘Sen piyâdesin, seni topla takviye etmek gerektir’ dediler. Müthiş bir hüzün ve ızdırap içinde idim. Hz. Üstad, benim bu hüznümü hissetmiş. Bu durumu kendisine yazıp soramadım. Nasıl yazabilirdim? Bu ızdırabımı kağıda nasıl dökebilirdim? Tam merhum pederimle vedâlaştım. Hayvana bindim gidiyordum. Bir de baktım, hizmet eri, koşarak geldi. Elime bir mektup verdi. Mektubu açtım. Mektubu Üstad, Kastamonu’dan Ürgüp Müftüsü olan kardeşi Abdülmecid vasıtasıyla gönderiyordu: ‘Hulûsî’nin bir gâilesi var, diye hissediyorum. Merak etmesin. Risale-i Nur şâkirtlerine inayet, rahmet, nezâret ve himaye ederler. Dünyanın meşakkatleri madem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde, şükür ile, metanetle mukabele edilmek gerekir. Hem o, hem sizler, bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz.’ diyordu. Az sonra isyan olan bölgeye gittik. Döndük dolaştık. O bölgeyi terk etmişler, dağlara mağaralara çekilmişler. Allah’ın rahmeti yardımımıza yetişti. Elimizi kirletmeden ve kana bulaştırmadan bizi kurtardı.”
İnsanlar olarak bizim hepimiz merhamet ve şefkate aç ve muhtaç varlıklarız. Bu dağlar gibi problemleri biz ancak merhamet ve şefkatle hem de sevginin ısı ve hararetiyle eritebiliriz…