Safvet Senih / samanyoluhaber.com
Mucize, keramet, yoga, istidrac
Harika halleri altıya ayrılıyor. Birincisi: İrhâsât… Peygamberlikten önce, peygamber olacak zâtın geleceğini isbatlayan harikaya denir. İkincisi: Mucize… Bir zâtın peygamber olduğunu ispatlamak için Cenab-ı Hakkın yarattığı bir hârikulâdedir. Üçüncüsü: Kerâmet, Cenab-ı Hakkın evliya kullarına ikram ve ihsanı olan harikadır. Dördüncü: Maûnet… Cenab-ı Hakkın mümin kullarına harika olarak inayet ve yardımıdır. Beşincisi: İstidrac… Derece derece cehenneme yuvarlanmak mânâsıyla, mazhar olunan harikulade hâli kendinden bilmek ve nefsine mâl etmektir. Altıncısı: İhânet… Bu da hârika bir hâldir ama tersinden… Mesela bir sahtekâr, bir yalancı kalkar peygamberlik iddiasında bulunur. Böyle bir iddiaya kalkışan sahtekâra derler ki, “Madem peygambersin öyleyse bir mucize göster… Bak işte bir gözü kör bir insan, dua et Allah gözünü açsın… Dua eder gibi bir tavır takınır o kimsenin öbür gözü de kör olur. Veya dibinde azıcık suyu kalmış bir kuyunun başına götürürler, “Bir mucize göster de suyu çoğalsın!..” Bu kendine göre, su çoğalsın diye bir şeyler yapar, ama kuyunun suyu artacağına, azıcık su da tamamen çekilir, gider. Allah, o sahtekârı böylece rezil eder.
M. Fethullah Gülen Hocaefendi “Bahar Neşidesi” isimli kitabında “YOGA” üzerine sorulan bir soruya cevap verirken diyor ki: “Bir insanın uzun süre aç kalabilmesi, ateşi eline alabilmesi, vücuduna şiş saplaması gibi haller değişik mahfillerde değişik şekillerde ele alınmıştır. Mesela Spiritüalistler bunu tamamen ruhun gücü olarak kabul ederler. Zira ruh, maddiyat, cismaniyet ve hayvaniyattan alâkasını kestiği nisbette fevkalâde bir güç kazanır. Bazıları da bu halleri, insanın cismaniyetine rağmen bir hayat yaşadığı takdirde Allah (c.c.) tarafından kendisine verilmiş bir mevhibe olarak kabul eder. Tasavvufçular ise meseleyi şöyle ele alırlar. İnsanın hem melekiyet hem de şeytaniyet tarafları vardır ve bunlar birbirinin rağmına gelişir. Mesela ibadet ve taat, Allah’a gönül vermek ve uhrevî âlemlerle münasebete geçmekle, insanın ruhî ve ledünnî cephesi gelişir. Ledünnî cephesi geliştiği nisbette de, maddî ve hayvanî hayatla alâkası azalmış olur.
“Bu tecrübeler sadece yoginin yaptığı ve yogada görülen şeyler değildir. Bu ve buna benzer halleri mistiklerde de görürüz. Ancak bu durum tasavvufta bizim İslâmî ölçülerimize uygun şekilde cereyan eder. Bilhassa Ahmed Rifaî Hazretlerinin tarikatında, bir yoginin yaptıklarına benzer, kişinin nefsine yaptığı eza ve cefalar vardır. Meselâ şişi alıp vücudlarının bir tarafına batırırlar. Şiş diğer taraftan çıkar ve herhangi bir kanama ve acı duyma gerçekleşmez. Yine ateşi alır, ağızlarına koyar, yüzlerine sürerler ama herhangi bir yanma hâdisesi görülmez. Normalde tabiatında yakma olan ateşin yakması gerekir ama ateş böyle bir vücudu yakmamaktadır. Bu durum tamamen insanın belli bir âlem ile rezonans olmasına bağlıdır. Haddi zâtında bu bir hâldir. Hâl ise o istikamette tecrübelerle elde edilir ve bilinir. (…)
“Bu (ateşin Hz. İbrahim Aleyhisselamı yakmaması), Rab’le çok ciddi bir yakınlığın ifadesidir. Hz. İbrahim ateşin bağrına düşeceği ana kadar sebepleri ayağının altına alıp çiğnemiş ve o noktada nur-u tevhid içinde EHADİYET SIRRI ZUHUR ETMİŞTİR:
“Evet, Hz. İbrahim Aleyhisselam, nefis ve enaniyet cihetiyle hayvaniyet ve cismaniyetten sıyrılmıştı ve böyle bir insana ateş dokunmamıştı. İnsanı süründüren şey hayvaniyet ve cismaniyettir. Onları sırtından atınca orada fiziğin ve kimyanın kanunları alt üst olur. Bu, zaman akışı içinde şuna benzer: Eviniz barkınız, yurdunuz ve yuvanızla bir sele maruz kaldığınızı düşünün. Selin kendine göre bir akış buudu, eni, uzunluğu ve derinliği vardır. Ancak birden bire sizi BİR KUVVET alsın ve selin sütüne çıkarıversin. Artık o noktada selin size hiçbir zararı dokunmayacaktır.
“Aynen bunun gibi ateş, insanı belli boyutlar içine de yakar, su da belli boyutlar içinde boğar. Yine havasızlık, insanı belli boyutlar içinde öldürür. Meselâ Resul-i Ekrem (S.A.S.), atmosferin dışına çıkarak cismaniyeti ile MİRAÇ yapar fakat havasızlığa meydan okur. Çünkü O, artık bizim boyutlarımız içinde değildir. Binaenaleyh az önce ifade ettiğim gibi nasıl ki, insan, ateşin yakıcılığından ve suyun boğuculuğundan korunabiliyorsa, aynen öyle de bizim boyutlarımızın dışına çıkarak Rabbiyle münasebeti veya mukaddes bildiği güç ve kuvvetle münasebeti nisbetinde maddesine tesir edebilecek şeylerden kurtulmuş olur.
“Bir insanı latîfelerini geliştiren herkes, gayb âlemine muttali olabilir. Cenab-ı Hakkın müsaade ettiği çerçeve içinde bazı şeyleri bilir ve müşahede eder. Bu tamamen kalbe söz dinletme ile alâkalı bir meseledir. Ve bu hususun dinle, dinsizlikle, Müslüman, Hıristiyan veya Yahudî olmakla hiçbir alâkası yoktur. Ruhun güç ve kuvvetiyle zuhurunu temin eden, ona ten kaydından kurtararak sınırsızlığa çıkaran kim olursa olsun, Cenab-ı Hak ona bu mazhariyeti lütfeder. Ancak bir daha hatırlatmak isterim ki, bunlar aslında hiçbir kıymet etmezler. Asıl olan Cenab-ı Hakkın rızasıdır.”
Bir de bunları, yazımızın başında ifade ettiğimiz “Harika hâller” taksimatına bakarak bir yere yerleştirebiliriz. Allah’a inanmayan, her şeyi Allah’tan bilmeyenler istidraç içindedirler…