Deniz Zengin / The Circle
Çiçek Açan Bireyin Kadınlık Hali
Belki hiçbir şey yolunda gitmedi; ama hiçbir şey de beni yolumdan etmedi!”
Ben kimim?
“Yanlış bildiğin yolda; herkesle yürüyeceğine, doğru bildiğin yolda; tek başına yürü.
Seni hayallerine ulaştıracak en önemli şey, cesaretindir.” diyerek yola revan olmuş birisiyim.
Üniversitede doktora öğrencisiydim, gazetelerde yazılarım yayınlanırdı, sivil toplum kuruluşlarında aktif görev alırdım, oldukça iyi bir çevrem vardı ve tanınırdım. En önemlisi kimseyi incitmemiş bir anneydim ben.
Hayat, bir fotoğraf makinesi objektifi değildi , o yüzden, maalesef, her karesinde gülemiyorsunuz.
Küçük dünyalarında ,kendi halinde yaşayan, hayata bir kenarından tutunmaya çalışan bir sürü insanın başına olmadık şeyler geliyordu.
Bu olağan dışı olaylar elbette, benim sokağımdan da geçecekti. Geçerken de objektife gülümseyemeyecektim.
Doktoram yarım kalmış, gazetem kapatılmıştı, güzel niyetlerle başladığım her şey baltalanmıştı.
Onlarca insan tutuklanıyordu. binlerce kadın, kadınlarla birlikte binlerce çocuk, her meslekten, her kesimden kişiler, hatta öğrenciler bile tutuklanıyordu birer, beşer, yüzer. sayıları her geçen gün çoğalan gönül kırmammış, gönül dahi koymamış binlerce kişi.
Bu kasırga beni de içine alacaktı. Benden hiçbir farkı olmayan on binlerce kadın gibi hiç bir suç işlemeden ben de hapishanelere düşebilirdim. Adaletin olmadığı yerde suçsuzluğumu nasıl ispat edebilirdim. Üstelik üç çocukla tek başıma kalmışken. Çocuklarımı gölgemden nasıl mahrum edebilirim. Ya da onlarla dört duvar arasına nasıl girebilirim.
Tek başıma kalmışken diyorum. Çünkü artık hayatı tek başıma omuzluyorum.
Kadınlar bir çınara yaslanıp yaşlanmak ister, adamlar bir papatya ya sarılıp uslanmak..
Adam kadına çınar,
Kadın adama papatya olduğu sürece
Ne papatya incinir,
Ne de çınar devrilir.
Aynı yolun sevdalıları olarak başladığımız, aynı yastığa baş koyduğumuz çocuklarımın babası ile bu süreçte yollarımızı ayırdık.
İfadesi kolay ama yaşaması oldukça zor olan, birbiri içinde bir çok problemle aynı anda mücadele ediyordum.Bir zamanlar birbirimize hülyalarımızdan bahseder, koca bir dünyayı değiştirme idealleri uğrunda her şeyi göze alırdık. Bu uğurda fedakârlık gerekiyorsa bundan hiç çekinmezdik. Kendimizi değiştirdiğimizde; dünyanın değişeceğine inanırdık. Aynı yolun yolcusuyduk. Onun ( eşimin) mefkûresine inanmıştım. Nihayet aramızdaki sevda ile nikâh masasına oturmuştuk. Bu beraberlik “ahiret beraberliği” olacaktı.
Her şey çok güzeldi ama bir tek evlilik ağacının meyvesi eksikti. Etrafımızda anne babalar görüyorduk. Biz de boğazımız düğümlene düğümlene onların mutluluklarını seyrediyorduk. Onlar yavrularını severken gözlerimiz buğulanıyordu. Dualarla birlikte, tedavi süreci başladı. Zorlu geçen günlerin; imtihan dolu uzun yılların sonunda ikiz çocuklarımız dünyaya geldi.
“İyi şeyler inandığında, daha iyi şeyler sabrettiğinde ve en iyi şeyler hiç vazgeçmediğinde gelir. “
Şimdi beş yaşında olan kızlarım; Halide ve Refika ömrümü uzatmıştı benim. Öpüp koklayıp bağrımıza bastığımız yavrularımız, hayatımızı şenlendirmişti. Mutluluk bu muydu? Huzuru yudum yudum çocuğunun kokusunda içine çekmek bu muydu? Masallardaki krallara tavsiye edilen altın top bu muydu?
Masal odur ki,
Bir ülkenin kralı çok mutsuzdu. Tebdili mekan halkının arasında dolaşırken bir evden gelen kahkahaların sebebini merak etti.Evin sahibini çağırdı. Mutluluğun sebebini sordu. Yoksul adam iki büklüm, başı öne eğik cevap verdi:
” Bizim bir altın topumuz var kralım. Hanımla karşılıklı oturur, bu altın topu birbirimize atarız. Topu tutan da, atan da çok mutlu olur. Kahkahalarımızın sebebi budur.” Dedi.
Kral bu yoksul adamın nasıl bir altın topu olabilir diye düşündü. Ama bundan daha önemli olan bir an önce mutlu olmaktı. Bu yüzden hemen bir altın top yaptırdı. Kraliçeyi karşısına aldı. Topu ona attı, tuttu. Ama bir türlü kahkaha atamadı.
Yoksul adamı yeniden çağırdı. Kızdı. Öfkesini kustu. Kendi mutsuzluğunun sebebini sordu.
Yoksul adam,
” Kralım benim gerçekte altın bir topum yok. Bu yüzden altın topu Kraliçeye atınca , o tutup size atınca neden mutlu olmadınız bilemiyorum. Ama bizim altın topumuz ,çocuğumuz. Bizim çocuk her akşam bir anasına, bir bana gülücükler saçar ,biz de onun için mutlu olur kahkahalar atarız.” dedi.
Kral mutluluğun kaynağı, altın topun çocuk olduğunu anlayınca , sarayı çocuk sesleri ile doldurdu. Kraliçe ve çocukları ile birlikte sonsuza kadar mutlu yaşadılar.
Biz de kendi sarayımızda, sonsuza kadar mutlu yaşayacaktık. Bunun için çıkmıştık yola, üstelik bizim altın topumuz değil, altın toplarımız vardı. Fakat günler geçtikçe, ‘sonsuza kadar mutlu yaşadılar ‘ ifadesinin bizim için geçerli olmadığını öğrenecektim.
Tam iki yıl sonra, hiç beklemediğimiz bir zamanda erkek evladımız dünyaya geldi. Minik yavrum Numan’ın doğumu ile birlikte hayatımızın zor sınavları başlamış oldu. Zira 2013 yıl sonu ve o günlerle birlikte hayatlarımıza giren bir Aralık zemherisi vardı. Zihinler bölünmüştü, herkesin çevresinde derin izler bırakacak ayrılıklar yaşanıyordu.Aileler, dostlar akrabalar herkes karmakarışık bir kaosun içine düşmüştü.Memleketimiz bunları yaşarken çok geçmedi bu derin zihni bölünmeler bizim ailemizde de yerini aldı.Sadece zihinsel ayrılıkla kalmadı, zamanla duygusal ayrılıklar da yaşanmaya başladı.
”İnsanlar değişir ve onlar genellikle asla olmam dedikleri insanlar olmaya başlarlar.”
Ne doğru bir cümle değil mi?
Zorlaşan aile hayatımızın yükü; çatışmalarla içinden çıkılmaz bir hal alarak daha da ağırlaştı. Çalışma hayatım, sebebiyle her kadın gibi parçalara bölünüyordum. Hem fiziksel, hem de psikolojik şiddet görmeye başlamıştım. Sırtımı dayadığım çınarın da destek olmaması ile hayatım çekilmez bir hal almıştı.
Toplumun yaşadığı çatırtılardan ben de nasibimi aldım. Başlangıçta şefkat ve ilgiyle yaklaştım, saygı duydum, sabrettim. Zamana bıraktım. Bütün acıları, yaşananları, yaşayamadığınız kayıpları saran zaman, bizi bir türlü sarıp sarmalamıyordu. Zaman bize ilaç olmadı. Açılan her yara büyüdü. Aramızdaki ilişki, iletişim gittikçe zayıflıyordu. Konuşmuyor, konuşup anlaşamıyor, bir noktada uzlaşamıyorduk. Artık kavga ediyorduk.Yaptığımız en iyi şey kavga etmekti.
”Evliliği sürdüren, vücut değil ruhtur.” diyenler, ne de doğru demişler.
Eşref saatlerinin birinde “Evlenirken sana verdiğim sözü tutamayacağım” deyiverdi. Lafa başlamanın cesareti ile yavaş yavaş kalbindekiler ve aklındakiler döküldü. En sonunda: “Hayatta bir hakkım daha olduğuna inanıyorum” dedi. Yani benden ayrılmak; bir başkası ile yeni bir hayat kurmak istiyordu.
Karmakarışık duygular içinde kaldım bir anda. Beraber başladığımız yolda, beni duygu ve düşüncelerimle yargılıyordu. Ne değişmişti ki? Belli ki yeni dostlarıyla kurduğu dünyasında, duyduğu jargon ve sloganlar onu büyülemişti.
Boşanma teklifini kabul etmedim. Biz bunun için yola çıkmamıştık. Üç tane birbirinden masum yavrularım babasız mı büyüyeceklerdi?
Fakat tek başıma yüklendiğim bu mücadeleye bir yıl dayanabildim.
O meşum Temmuz gecesinden sonra her yanda olduğu gibi; bizim ailemizde de, iş fiziki şiddete dönüştü. Önce KHK zulmü ile tanışıp, üniversitedeki akademisyenlik vadeden öğrenciliğim sebebiyle soruşturma geçirdim. Sonra her yanda masum avı başladı. En yetkili ağızlar; “ihbar edin” diyordu. Eşimin de eline bir koz geçmişti. İffetimi, hayatımı, doğurduğum çocukları, sırlarımı, en mahrem duygularımı emanet ettiğim adam beni ihbar etmekle tehdit ediyordu. Nasıl dayanılırdı buna? Evindeki sahipsiz, çaresiz kadına gücü yeten bu adam karşısında fazla direnemeyeceğimi anladım. Günlerce, pek çok defa elini telefona götürüp beni tehdit etti. Olmaz, olamaz dedimse de söz dinletemedim, kabul etmek zorunda kaldım. Boşanma kararı aldığında Türkiye’nin en prestijli firmasında işe başlamıştı. İstediği medeni hayata da adım atmış oldu.
Ailesi çok iyi insanlardı. Aynı çevreden, aynı duygu-düşünce etrafında birleşmiş insanlardık. Var olan mevcut durumdan dolayı kimse kimse ile irtibat kuramıyordu. Ailesinden güvendiklerime -arananlar listesinde olduklarından- ulaşamadım. Annesine ulaşmaya çalıştım, ulaşamadım. Ulaşabildiklerim ellerinden geleni yaptılar mı? Hayır, yapmadılar. Çünkü herkes düşünce kaymaları yaşıyordu. Kendi ailemden büyüklerimi devreye soktum bundan da netice alamadım.
Çok mücadele ettim ama bu yaşadıklarımı bilmeyen her birey bana dul damgasını vuracaktı. Hem dışarıdan, hem içerden çetin bir imtihanın ortasında kalmıştım.
“Hayattaki en büyük zafer hiçbir zaman düşmemekte değil, her düştüğünde ayağa kalkmakta yatar.” ( Nelson Mandela)
Üç çocukla yoluma devam etmek zorundaydım. Düşündüm, maalesef ülkemde kendim ve çocuklarım için bir çıkış yolu bulamadım. Önüne çıkana engel dersen, takılıp düşersin; basamak dersen, bir basamak yükselirsin. Bu duygularla hayatıma yeni bir rota çizmeye karar verdim.
Artık benim için yeni bir süreç başlamıştı. Memleketin her yanından cadı avı haberleri geliyor, lakin medya bundan hiç ama hiç bahsetmiyordu. Bilinen bir insandım. Kapatılan gazetelerde yazılarım yayınlanmıştı. Geceler harap olmuştu benim için. Her gece buraya da gelirler mi düşüncesi ile uykuya dalıyordum. Hayatım daraldıkça daralıyordu. Bir fikir çilesi dönemi yaşadım. Çok düşündüm, evet hayat dar, ama yeryüzü çok genişti.
Çocuklarımın babasına; bir Avrupa ülkesine vize için yardım eder, istediğim nafaka miktarını kabul ederse, ayrılacağımı söyledim. Buna hakkım vardı.Çocuklarımın velayetini vermeye hiç niyetim yoktu. Velayetin bende olmasını, aylık dört kişi için bir asgari ücret nafaka ödemesini şart koştum. Yaklaşık iki yıl evliliğimi bitirmemek için yaşadıklarımı kimse bilemez. Korkmadığımı ilk söylediğimde tavrımdan dolayı şaşırmıştı. O beni tehdit ettikçe ben de onu tehdit ettim. Çocuklarımın varlığı bana güç veriyordu.
“Kadın zayıf ama anne güçlüdür “deyişlerini yaşayarak tecrübe ediyordum. Bir Avrupa ülkesine vize için yardımcı olmaz ise boşanmayacağımı söyledim. İtibarlı bir holdingde çalıştığı için turist vizesi alabiliyordu. Sözün kısası, 2017 Ocak ayında çocuklarımın velayetini alarak boşandım. Boşanmamıza rağmen hala peşimi bırakmıyordu. Bize nafaka olarak kişi başı vereceği iki yüz lirayı kabul ettirmeye çalışıyor, eğer kabul etmezsem ihbar edeceğini söyleyip, savurduğu tehditler ile zulmü artık zirveye çıkıyordu. Her yanım karanlıklarla çevrilmişti. Boşanır boşanmaz üç çocukla annemin evine taşındım. İşsiz, eşsiz kalakalmıştım.
Çocuklarımın babasından vize aldığımız ülkeye kadar da bize eşlik etmesini şart koşmuştum. Annem emekliliğiyle biriktirdiği hac parasını cebime koydu. O paralarla hem aile vizesi, hem de biletlerimizi aldım. Son bir görev olarak gideceğimiz ülkeye kadar-bana değil- çocuklarına refakat edecekti. Kendi gidiş-dönüş ücretini de benim ödemem şartıyla refakati kabul etti. Tüm bilet ve vize masraflarını karşıladım. Bir taraftan da şaşkınlık içerisindeydim. Yurtdışına, uzaklara gidiyorduk; “çocuklarım var götüremezsin” diyemiyordu. Yoksa demek istemiyor muydu? Bu kadar yardım etmesini ise bizi başından atma gayreti gibi sezdim. Çocukları uzaklara çok uzaklara gidiyordu. Ne zorluklarla bu hayata gelen yavruların gidiyordu işte!
Yolculuk günü geldi çattı. Dört bavul, üç çocukla havaalanındaydım. Yola revan olmak ne zordu, anlatamam. Kontrolden geçebilecek miydim? İsmim arananlar arasında var mıydı? Çocuklarımı benden alacaklar mıydı? Hicret diyarına ayak basabilecek miydim? Ben bunlarla meşgul, kurdeşen dökerken; çocuklarımın babası Türkiye’ de uçağa binmeden; gümrük sahasında pasaportlarımıza el koyup “çıkarmam sizi buradan; 10.000 TL nafaka verdiğime dair kâğıt imzalayacaksın” dedi. Böyle bir para vermemesine rağmen, benim ve yavrularımın gözyaşlarını göre göre bize bu kötülüğü de yaptı. Çaresizdim ve imzaladım. Denize düşüp yılana sarılanın haliydi halim.
Sineme saplanmış hançerlerin sızısı beni sarsmışken Atina havaalanına indik. Ucuz olsun diye biletleri aldırdığım Yunanistan’da bir tanıdığımıza vermesi için zarfın içine koyduğum 1.500€’u emanet ettim. Emanet ne demektir? O tanıdık havaalanına gelemedi. Bu defa o paraya el koydu. Bir ay kadar sonra parayı yatırdı ama yolladığı paranın açıklama kısmına “Nafaka” yazmış; beni iyice ademe mahkûm etmek istemişti. Anacığımdan borç bilet parası olarak aldığım parayı kurnazlık yapıp o anki mevcut durumdan istifade ederek bana nafaka olarak yatırmış oldu.
Şu anda bulunduğum ülkeye direk uçuş olmadığından Atina’da çocuklarımın babasından ayrılıp Münih’e uçtuk. Münih havaalanında üç çocuk ve iki el bagajı ile beklediğim saatler bir kadının başına gelebilecek en zor saatlerdir diye düşünüyorum. Çocukları zapt edemiyordum. İhtiyaçlarını tek başıma karşılayamıyordum. Onlar ağladıkça ben de ağlıyordum. Neyse ki uçağa bindik. Özellikle en küçüğümüz Numan, uçakta hiç susmadı.Yolculardan ikaz edenler bile oldu. Ama yaşadıklarımdan sonra etraftaki hiçbir şeye aldırış etmiyordum. Zalimlerin zulmünden kurtulmuştum.
Şu an bir Avrupa ülkesinde sadece Müslümanların bulunduğu bir mülteci kampındaydım. Sadece Müslümanların bulunduğu bu kampta banyo-tuvalet, mutfak ortak kullanılıyor. Otuz beş kadar ailenin yaşadığı bir yerdeyim. Avrupalı bir Hıristiyan olsam bu dini seçmezdim diye düşündüm çoğu zaman. Zira kampın her yanı pislikten dökülüyordu. Sanki Avrupa’da değil de, Orta Doğu’da bir köyde hissediyordum kendimi. İslam âlemi diye bir âlemden bahsetmesem iyi olacak diye düşündüm. Müslümanlar var ama âlemden eser yoktu sanki.
Mülteci olarak sığındığım devlet, şimdilik bana geçinebileceğim kadar bir ücret veriyor. Daha önce tanımadığım, tanıdıkça arkadaş olduğum insanlar bana yardımcı oldular ve kalacak bir yer buldular. Buranın şartlarına göre gayet uygun fiyatlı, tek odalı bir yer. Bu eve çıkmaya gönlüm el vermedi. Geride bıraktığım mahzun, mazlum ve mağdur emsalim; on binlerce kadın varken bunu yapamadım. Akla hayale gelmeyen zulümler altında hayatı kararmış kadınlar çocuklar varken bunu göze alamadım. Bana verilen ücretin bir kısmını memlekete ihtiyacı olanlara gönderip, zor şartlarda bu kampta kalmayı tercih ettim. Düşkünlüğü ve miskinliği iliklerime kadar hissediyorum, insanların giymeyip ortalığa attığı kıyafetleri yıkayıp çocuklarıma giydiriyorum. Bir zeytini üç ısırıkla yediriyorum çocuklara. Onlara oyuncaklar yapıyor, memleket türkülerinden ninniler söylüyorum. Kendime ait bir banyom bile yok. Edep timsali yetişmiş bizlerin Umumi banyolardaki utancını anlatmam mümkün değil.
Hissiyatımda gelişmeler ve bakış açımda değişmeler var. Mülteci kampında gün saymak yerine sabırla ayakta kalmaya devam ediyorum. Şartlar zor malum… Muhtemelen sonrasında; günler daha da zor geçecek. Beterin beteri vardır değil mi? “Sabır taşım çatladı” demeyeceğim. “Ey Sabır! Sen çatlayana kadar sabredecek ve dayanacağım.”
Kuruluşuna baktığımda hayran kaldığım ve bugün hâlihazırda demokratik olan bu ülke, benim rehberim oldu. Ülke, imkânları ile çocuklarıma babalık yapıyor. Ümit varım. Geçmişe hiç bakmıyorum, takılmıyorum. Elbette aldığım dersler var.
Ben kim miyim?
“Başlamak için şartların mükemmel olmasını beklemeyin. Şartları mükemmeIIeştiren başlangıcın kendisidir.” Diyerek yollara düşmüş bir anneyim. Ben bir kadınım. Yaşadıklarıma inat ayakta kalmaya çalışan, her daim ayakları yere basan bir kadın. Ötekileştirmek için mücadele verilen bir sistemden, insan olarak yaşamak için yollara düşmüş bir kadın.