Abdullah Aymaz | samanyoluhaber.com
Müslüman Saati
Şimdi olduğu gibi, eskiden yeni gün gece saat 12’de başlamazdı. Akşam namazının girmesiyle yeni gün başlamış olurdu. Saat sistemimiz değişince Ahmed Hâşim Dergah Mecmuasında, 1921’de şöyle bir yazı yazmıştı:
Yeni saat, Müslüman evinin mahzun şaşaalı dakikasını dağıttığı gibi 24 saatlik yabancı günün getirdiği maişet şekli de bizi, fecir aleminden mehcur (terkedilmiş) bıraktı. (Bizim ziyade başlayıp ziyade biten on iki saatlik bir günümüz vardı.) Fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun nihayeti ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi FECRİN en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri, o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî mânâyı veren o akılları hayran eden mimariyi anlamış değillerdir. Esmer câmiler, fecirden itibaren semâvî bir çini ile kaplanır ve İslam Ustalarının nâtamam eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mabedler içinde, güneşten ilk ziya alan, CÂMİ’dir. Bakır oklu MİNARELER güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir. Şimdi heyhat, ESKİ SAAT ile beraber akşam da bitti, fecir de bitti. Bir çoklarımız için fecir artık gecedir ve bir çoklarımızı güneş, yeni bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk, çarşaflara dolaşmış kıvranırken bulur. Artık geç uyanıyoruz, çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fenâ günün eşiğinden çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık.”
Bu yazı Falih Rıfkı’ya (Atay’a) ithaf edilmiştir. Nihat Sami Banarlı bu yazı için yaptığı değerlendirmenin sonunda şunları yazıyor. “Acaba Ahmed Haşim, bu yazdıklarının zıddını yazmaya mecbur olmadan, mecbur edilmeden öldüğü için, Falih Rıfkı’dan daha mı bahtiyardır?”
Azda Çoğu Görenler
Meşhur savcılardan Süleyman Takkeci, anlatmıştı: “Diyarbakır’dan İzmir’e dönüyordum. Konya’da Orduevinde kaldım. Sabahleyin yüklerimi garaja bisikletli bir hamal taşıdı. Kendisine 200 lira verdim. Bana parayı geriye verdi. Üzüldüm, ‘Keşke baştan ücreti sorsaydım. Gönlünü kırdım. Sabah sabah bu terslik iyi değil’ diyordum. Baktım 50 lirasını geri vermiş. Şaşırdım. ‘Al hepsini, gönlümle veriyorum.’ dedim. Hamal almadı ve ‘Hakkım bu kadar’ dedi. AZDA ÇOĞU GÖRÜYORDU. Mutlaka BEREKETİNİ buluyordu. Şimdi çoklar az görülüyor ve hep şikayet var.”
TEKKE-MEDRESE
Üstad Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: “Eski zamandan beri ekser yerlerde MEDRESE tâifesi, TEKYELER tâifesine serfuru etmiş; yani itaat ve inkıyad gösterip onlara VELÂYET SEMERELERİ için müracaat etmişler. onların dükkanlarında, imanî zevkleri ve hakikat nurlarını aramışlar. Hatta medresenin büyük bir ÂLİMİ, tekyenin küçük bir VELİ ŞEYHİNİN elini öper, tâbî olurdu. O âb-ı hayat çeşmesini tekyede aramışlar. Halbuki medrese içinde daha kısa bir yol, hakikatın nurlarına gittiğini ve îmanî ilimlerde daha sâfî ve daha hâlis bir âb-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet ve tarikattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir velâyet yolu; ilimde, imânî hakikatlarda ve ehl-i sünnetin ilm-i kelâmında bulunduğunu, Risale-i Nur, Kur’an-ı Mucizü’l-Beyanın mânevî mucizesiyle açmış göstermiş, meydandadır.”
ÇİFTE ENANİYET
İnsanda bir nefs-i emmâre var. Bir de mecazî ve mânevî ikinci bir nefs-i emmâre var. Veli zatlar, birinci nefs-i emareden kurtulsalar bile, imtihan sırrının ve dünya imtihanı mücahedesinin hayatın sonuna kadar devam etmesinin gerekliliğinden dolayı, bu ikinci nefs-i emmare ile uğraşmak zorunda kalıyorlar. Hem de bu ikinci nefs-i emmâre, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade kötü ahlâk-ı devam ettiren heves, damar, asap, tabiat ve hissiyatın karışımından ortaya çıkan korkunç bir nefis. Onun için birinci nefs-i emmâreyi öldüren pek çok mübarek zatlar bu ikinci nefs-i emareden şikayet edip durmuşlar. İmam-ı Rabbânî de bu mecazî mânevî nefisten haber vermiş. Bunun özelliği şuursuz kör hissiyat olduğu için akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki, bu yüzden de ıslah olmuyor, kusurunu anlamıyor. Bunun şerrinden kurtulmak için, bu nefsin ya tokatlar ve elemler ile her şeyden nefret etmesi gerekiyor veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına fedâ etmesi icap ediyor. Risale-i Nur’un erkânları gibi, her şeyini, enâniyetini bırakması iktiza ediyor.
“Bu acip asırda dehşetli bir aşılamak ve şırınga etmek ile hem hakiki hem mecazî iki nefs-i emmâre ittifak edip; öyle kötülük ve günahlara severek giriyor ki, kainatı hiddete getiriyor.” (Kastamonu Lâhikası)