Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile kapatılan Zaman gazetesinin eski Ankara temsilcisi Mustafa Ünal, Silivri Cezaevi’nden doğmamış torununa yazdığı 3'üncü mektupta nasıl gözaltına alındığını anlattı.
15 Şubat 2020 tarihinde yazdığı mektubunda tutuklandığı günü anlatan Ünal, “Neden hapiste olduğumu anlatmadım sana. İnanır mısın suçum nedir, ben neden mahpusun, dört yıla yaklaştı hâlâ çözemedim.” diyor.
Tutuklandığı gün bazı kararlar aldığını belirten Ünal, “Bir gece yarısı özgürlük bileti gibi bir mesaj geldi. ‘Hayır‘ dedim…” diyor…
Mustafa Ünal'ın oğlu Mücteba Enes Ünal'ın sosyal medyada paylaştığı o mektup…
[Doğmamış torunuma mektuplar–3]
Sevgili can kuşum!
Seni bir kuşa benzetseydim turna derdim. Yükseklerden uçuşu şiir gibidir turnaların, seyrine doyum olmaz. Turna avazı gibi gür sesin ola ve hakikati haykırasın.
Baban ise bir kartal, o da yükseklerden uçar lakin yalnızdır.. Şiirler, şarkılar hep turnalar üzerinedir. Bundan böyle turnalar bana hep seni hatırlatacak.
Dünyamıza turna olarak görünen meleklerin kanatlarında gelesin. Turnalar yoldaşın olsun.
Bu sana zindandan yazdığım üçüncü mektup. İtiraf etmeliyim ki sana yazmak bana iyi geliyor. Mahpusluğumu unutuyorum. Mahzunluğumu gideriyor.
Silivri’nin karanlığından senin aydınlığına kanatlanıyorum. Duvarlar, tel örgüler aradan kalkıyor. Mekan ve zaman anlamını yitiriyor.
Bu satırları gece yarısı yazıyorum. Ortama sessizlik hakim. Sağımızda, solumuzda, önümüzde, arkamızda yüzlerce belki binlerce mahpus var. Akşamüzeri yan taraftan, bitişik koğuştan kağıttan flütün resitali yükseldi. Şimdi sükunet zamanı.
‘BU TOPRAKLARDA KALEM VE KELAM RAHAT BIRAKILMAZ’
Neden hapiste olduğumu anlatmadım sana. İnanır mısın suçum nedir, ben neden mahpusun, dört yıla yaklaştı hâlâ çözemedim. Mahkemede yargıçlara sordum cevap vermediler, onların da bildiğini zannetmiyorum.
Yargı sürecini ayrıntılarıyla anlatacağım sana. Kavramlara boğmadan, senin anlayacağın şekilde basit, sade ve yalın dille anlatacağım.
O günle başlayacağım, hürriyetime son veren, gözaltına alındığım o gün, dün gibi canlı… Savcının kararını sabah erkenden öğrendim. 40 kişilik ‘aranan gazeteciler listesi’nde benim de adım vardı.
Ülkede olağanüstü hal hüküm sürüyordu. O yüzden pek sürpriz olmadı. Bu topraklarda kalem ve kelam rahat bırakılmaz. Söz ve yazının gücü korkutur. Hayatımda ilk kez karakolla, yargı ile muhatap olacaktım. Hayır, zerre kadar korkmadım.
Biraz heyecanlandım. Daha çok meraklandım. Bana ne suç isnat edebilirlerdi ki? Hangi soruları sorabilirlerdi?
Hayatı şeffaf yaşamış biriydim. Düşündüğümü yazmış, ekranda konuşmuş bir gazeteciydim. Binlerce yazı, saatlerce konuşma… Hiçbiri yargı konusu olmadı. Hakaret suçu bile işlemedim.
Gizli saklı faaliyetim olmadı. Kendimden çok emindim. Polislerin eve gelip beni götürmesini bekledim. Saatler geçti, gelen giden yok. Gözüm pencerede, kulağım kapıda…
‘BİR GECE YARISI ÖZGÜRLÜK BİLETİ GELDİ’
Tam 12 saat sonra gün biterken iki polis ellerinde otomatik silahlarla belirdi. “Nerede kaldınız, niye geciktiniz?” diye sordum. “Yoğunluktan…“ dediler. Polisleri beklerken iki karar aldım. İlki; gözümü dört açacak, her şeyi görecek, her fısıltıyı duyacak ve hafızama kaydedecektim.
İyi muameleyi de fena tavırları da unutmamalıydım. Tarihin dönüm noktalarından birinin tanığıydım. Şahitliğimin hakkını vermeliydim. İsimler, cisimler, suretler… hiçbirini atlamamalıydım. Başarabildim mi? Evet… O günden itibaren yaşadıklarım hafızama kazındı. Silinmesi, unutulması mümkün değil.
Yazıya döküleceği zamanı bekliyor. İkinci kararım ne pahasına olursa olsun doğruyu söylemeliydim. Yalanın beni kurtaracağını, özgürlüğe kavuşturacağını bilsem de doğruluktan ayrılmamalıydım. Ve hakperest olmalıyım. Hiçbir kişi veya kurumun peresti olmamalıyım.
Velev ki bedeli mahpusluk olsun… On yıl sonra pişmanlık duyacağım hiçbir söz ağzımdan çıkmamalı, hiçbir hakaret sadır olmamalı… Bu kararıma da sadık kaldım. Bir gece yarısı özgürlük bileti gibi bir mesaj geldi. ‘Hayır‘ dedim; hakperestlik çizgisinden sapma… Ayrıntılarını vakti geldiğinde paylaşırım. Sınandım. Kararım karardı.
Polisler kimlikleri ile birlikte savcının yazısını gösterdiler, "Emniyet’e kadar bizimle gel." dediler.
"Evde arama yapmayacak mısınız?" diye sordum. "Hayır." diye cevap verdiler.
Sadece gözaltı kararı için talimatlandırılmışlar. "Cep telefonumu vereyim." dedim. "Hayır, almayacağınız, yalnızca seni götüreceğiz." dediler.
Suç işleyen insan böyle davranır mı? Ama maalesef yargı sürecinde bu hiç dikkate alınmadı. Hâkimler tutuklama kararı verirken “delil karartma” ve “kaçma şüphesi” diye yazabildiler.
Her kararları onlar ve Ankara için utanç, benim için şereftir. O yüzden hiç yüksünmedim. Emniyet’e doğru giderken polislerle muhabbet ettim. Futbol sohbeti yaptım.
Evden iki polisin arasında çıkarken, “Beni düşünmeyin birkaç ay sonra dönerim…” dedim. Umutluydum, iyimserdim. Neye mi güveniyordum? Türkiye’nin demokrasi tecrübesi ve kazanımlarına…
Devletin suçlu ile suçsuzu aylar içinde ayırt edeceğine inanmıştım. Türkiye bir hukuk devleti değil miydi? Bu vasfını gösterirdi elbet. Olmadı, toplum adalet trenini rayına oturtur. Sessiz kalmaz. Burası Habibi Neccar’ı çıkarmış, Nemrut’un karşısına İbrahim’i dikmiş bir coğrafya…
Bir gece vakti Emniyet’e bu düşünce ve ruh haliyle, bir filmin başrol oyuncusu gibi ellerim ceplerimde, başım yukarıda girdim.
O gün böyle başladı.
Mustafa Ünal
15 Şubat 2020