Cemil Tokpınar - TR724.COM
İman, hâl ve ibadetle ilgili birbirine yakın üç kavram vardır. Bunlar, “hakka’l-yakîn”, “huzur-u daimî” ve “ihsan”dır.
Hakka’l-yakîn, kendisinden önce gelen iman mertebelerinden ilme’l-yakîn ve ayne’l-yakînin üçüncüsü ve en üstünüdür.
Huzur-u daimî ise, her an Allah’ın huzurunda olduğunu hissetme hâlidir ve mârifetullahta pek mühim ve faziletli bir yeri vardır.
İhsan, iman ve İslâm’dan sonra gelir ve ibadette en kemal mertebedir. Her ibadette insan mertebesi vardır; ancak ihsan namazda daha bir derinlik kazanır ve adeta zirveleşir.
Bu kavramların hepsi de, bir yönüyle tahkikî imanla ilgilidir, çok kuvvetli ve sarsılmaz bir imanın ifadesidir.
Hakka’l-yakîn, iman hakikatini tam hissetmek, zevk etmek ve yaşamaktır. Nasıl ki, mutfaktaki yemeğin varlığı üç yolla bilinir. Birisi onun kokusunu duyunca ne olduğunu anlamaktır ki, buna ilme’l-yakîn denir. Diğeri, gidip gözle görmektir ki, ayne’lyakîndir. Üçüncüsü ise, bizzat yemek, onun tadına bakmak ve özelliklerini hissetmektir. Nasıl ki, sonuncusu en kuvvetli bilgi ise, hakka’l-yakîn de, en kuvvetli iman mertebesidir.
Bu makama ulaşan mümin, kâinatı bir kitap gibi okur, başkalarının ilmen bildiği ve inandığı gaybî hakikatleri akıl ve kalp gözüyle bizzat görür.
Her an O’nunla olmak
Huzur-u daimî, “Ve Hüve meaküm eynemâ küntüm” âyetinin sırrına mazhar olmaktır. Yani “Siz nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir.” (Hadîd: 4)
“Cenab-ı Hakkın bin bir ismiyle ve tecellileriyle birlikte olma” şuuru olan huzur-u daimî, her an Allah’ın huzurunda olma hâlidir.
Günün 24 saatinde, ne kadar hâl ve mekân değiştiriyorsak değiştirelim, nereye gidersek gidelim, her yerde isim ve sıfatlarıyla hazır ve nâzır olan Rabbimiz bizimle beraberdir.
“İmanın en mükemmeli, nerede olursan ol, Allah’ın seninle beraber olduğunu bilmendir” buyuran Peygamberimiz (a.s.m.), hem bu âyeti, hem de huzur-u daimîyi açıklamış oluyor.
Huzur-u daimî, Allah’ın varlığını, isimlerini ve sıfatlarını öyle bir hissetmektir ki, her ânının Onun bir ihsanı ve her davranışının Onun kontrolü ve gözetiminde olduğunu bilmektir. Âyetlerde belirtilen, “Onun izni olmadan bir yaprak bile düşmez”, “O gönüllerinizdekini bilir”, “O, kişi ve kalbi arasına girer” gibi manalar, inandığımız, kabul ettiğimiz gerçeklerdir. Her mümin bunu kabul ve tasdik eder. Ancak huzur-u daimî, “her an bu gerçeklerin farkında olduğunu bilerek yaşamak”tır.
Allah’ın kendisini görüp gözettiğini, bütün isim ve sıfatlarıyla her yerde tecelli ettiğini, her şeyiyle Ona teslim olduğunu bilen ve her an bu gerçekleri hisseden bir insan, günah işleyebilir mi? Haksızlık yapıp, yalan söyleyebilir mi?
Huzur-u daimîyi bütün zerreleriyle hisseden bir mümin, ezanlar asumanı çınlatırken namaza koşmak dışında bir başka işle meşgul olabilir mi? Hele ibadetlerini ihmal edebilir mi? Sabah namazı vakti geldiğinde uyumaya devam eder mi? Bir ibadet, bir hizmet, bir yardım fırsatı geldiğinde onu kaçırır mı?
Mümkün değil. Onun varlığına yürekten inanan, her yerde hazır ve nazır olduğunu bilen, hayatının ve ölümünün, sevincinin ve üzüntüsünün ancak ve ancak Onun kudret ve iradesinde bulunduğunu tam kabul eden bir mümin, Allah’ın emir ve yasakları dışına çıkamaz.
İşte bu makama ulaşan maneviyat büyüklerinden Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendi (k.s.), hasta iken bile ayağını uzatmaktan kaçınır. Çünkü o, Allah’ın huzurundadır. Onun anlayışına göre, Sultanlar Sultanının huzurunda ayak uzatılmaz. Etrafındakiler onu rahatlatmak için ayağını uzatırlar. Dinen bir sakıncası olmadığı halde ayağını hemen geri çeker:
“Beni günaha sokmayın” der.
Bu yüce makamın yücelerinde olan Bediüzzaman Hazretleri, bir saniyesini bile boş geçirmeden ibadet eder, diz çökmekten ayakları yara olur. Talebesi Molla Resul böylesi takvayı aklına sığıştıramaz ve nazı geçtiği için şunları söylemekten kendini alamaz:
“Biz de Allah’tan korkuyoruz, ama senin ödün patlıyor.”
Üstad Hazretleri, huzur-u daimîyi anlatırken sık sık, bir Arap şairine ait olan şu ifadeyi zikreder: “Her şeyde Allah’ın birliğine delâlet eden bir âyet vardır.”
Evet, huzur-u daimî aynı zamanda her şeyle Allah’ı bulmak ve bilmektir. Hava, su, dağ, taş, orman, deniz, nehir hep Allah’ı anlatır. Atom, hücre, çekirdek, arı, yumurta, çiçek, balık, meyve, ağaç Onun isim ve sıfatlarına ayna olur. İşte huzur-u daimî, bütün varlıklara bakıp Allah’ı hatırlamak, Onun isim ve sıfatlarını kavramaktır.
İhsan: Görme ve görülme şuuru
İhsan ise, Allah’ı görür gibi ibadet etmektir. Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadislerinde bunu anlatırken, “İhsan, Allah’ı görür gibi ibadet etmektir. Her ne kadar sen Onu görmüyorsan da, O seni görüyor” buyurmuştur. Bu durumda ihsan için, “Allah’ın bizi gördüğünü bilme şuurudur” diyebiliriz.
Bir gün Allah dostlarından birisi, namaz kılarken evine hırsız girmiş ve ne var ne yok her şeyi toplayıp gitmiş.
“Nasıl olur, sen evde iken her şeyi alır gider. Hiçbir şey duymadın mı” diye sormuşlar.
“Ben o anda namaz kılıyordum. Rabbimle beraberdim. Hiçbir şey ne gördüm, ne duydum” cevabını vermiş.
İşte ihsan budur. Tıpkı Hz. Ali Efendimizin (r.a.) ayağına batan oku, namaza durduğu zaman çıkarmalarını istemesi gibi. Çünkü o anda kendinden geçiyor ve namaz ona, ameliyat anında kullanılan bir anestezi görevi görüyor. Dış âlemden kopup, ulvî âlemlere dalıyor.
Nasıl ki, büyük bir zatın huzurunda olan birisi başka şeyle meşgul olmaz, hatta başka şeylerin hayalini bile kurmaz ve sadece huzurunda bulunduğu zata kilitlenir. Ona bakar, onu dinler, ortam müsaitse onunla konuşur.
Namazda ihsan şuurunu yakalayan kişi de Rabbine kilitlenir, tamamen Ona teveccüh eder, Onu düşünür, vakit girince namazı ertelemez, imkân varsa hemen kılar, namazdaki hâl ve hareketlerine azamî dikkat eder, hızlı kılmaz, yavaş yavaş kılar, okuduğu sure ve duaların manalarını tefekkür eder, namazı severek ve hissederek kılar.
Rabbimiz takva ve ihsan ehlini maiyetine aldığını şu ayetle müjdeler:
“Şüphesiz ki Allah, takva sahipleriyle, iyilik yapanlarla ve Allah’ı görür gibi ibadet edenlerle beraberdir.” (Nahl: 128)
Cenab-ı Hak bizleri bu müjdeyle serfiraz eylesin.