Abdullah Aymaz / samanyoluhaber.com
Himmetimiz, Hizmet için, şevk atına binip meydan-ı mübarezeye çıkınca sıra ile en evvel düşman-ı şedit olan ümitsizlik çıksa, Üstadımız ona karşı “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz” (Zümer Suresi, 39/53) âyetinin kılıcını kullanmamızı söylüyor.
Sonra ikinci olarak üstünlük ve önde görünme duygusu hücum edince, o düşmana “Sırf Allah için olun” prensibini karşısına dikip püskürtmemizi söylüyor. Üçüncü olarak acelecilik hastalığına karşı “Sabredin, birbirinize sabır tavsiye edip sabırda yarışın ve ribat yaparak, uyûn-ı sâhire olarak aranızdaki irtibatı ifrat derecede sağlayın” (Âl-i İmran Suresi, 3/20) mealindeki âyetin siperine girin diyor. Dördüncü olarak infiradilik ve şahsını düşünme marazına karşı, “İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydalı olanıdır” prensibini, yüce himmet sahibi bir mücahid gibi kendinize mal edip fıtratınız bir yanı haline getirin, diyor. Beşinci olarak görerek belası ile tembellik musallat olunca bu düşmana karşı “Tevekkül edenler, başkasına değil, sadece Allah’a tevekkül etsinler esasına sağlam bir kale yapıp ona sığınmamızı söylüyor. Şimdi de altıncı olarak, şevki kırıp himmeti elinden tutarak oturtan gaddar bir düşmandan bahsedecek… O da insanın âcizliğini ileri sürerek işten, hizmette kaçma mazereti…
Üstad Hazretleri cüz’î irade konusunda, böyle mazeretler için, Kur’an-ı Kerim’i konuşturuyor: “Kur’an, mümine der: İraden cüz’î ise, kendi Mâlik’inin küllî iradesine işini bırak. İktidarın küçük ise Mutlak Kudret Sahibinin kudretine itimad et. Hayatın az ise, bâkî hayatı düşün. Ömrün kısa ise, ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise, Kur’an’ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine, Kur’an’ın her bir âyeti, birer yıldız gibi sana ışık verir.” (Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf)
Yirmi Üçüncü Söz’ün İkinci Mebhas’ının Dördüncü Nüktesinde de şöyle diyor: “İnsan şu kâinat içinde pek nâzik ve nâzenin bir çocuğa benzer, zayıf olmasında (aslında) büyük bir kuvvet var ve âcizliğinde de büyük bir kudret vardır. Çünkü o zayıflığın kuvvetiyle ve âcizliğin kudretiyledir ki, şu mevcudat ona musahhar olmuş, emrinin altına girmiştir. Nasıl ki, nazlı bir çocuk, ağlamasıyla, ya istemesiyle, ya hazin hâliyle isteklerine öyle muvaffak olur ve öyle kuvvetliler onun emrine âmâde olurlar ki, o çocuk, o isteklerinden binden birisine bin defa kuvvetçiği ile yetişemez. Demek zaaf ve acz, onun hakkında şefkat ve himâye duygusunu tetikletip harekete geçirdikleri için, küçücük parmağı ile kahramanları kendi emri altına alıyor.”
Gerçek böyle olduğu için, Üstad Hazretleri şevki kıran altıncı engel hakkında şöyle diyor: “Sonra da acz ve nefsin itimatsızlığından ileri gelen İŞİ BİRBİRİNE BIRAKMAK denilen gaddar düşman geliyor. Himmetin elini tutup oturtur. Siz de ‘Siz hidayet üzere doğru yolda oldukça, dalâlette olanlar size zarar vermez.’ (Mâide Suresi, 5/105) olan şâhika hakikatı üzerine çıkarınız. Tâ düşmanın eli o himmetin eteğine yetişmesin.”
İşi başkalarına atıp, “Neme lâzım, bana ne?” anlayışı bir toplumu çöküşe götürür. İşte bu NEME LÂZIMCILIK anlayışını güzelce ifade edebilmek için bir menkıbe anlatılır…
Kanunî Sultan Süleyman, devletin işleri üzerine tedbirler düşünürken, süt kardeşi meşhur alim ve mürşid Yahya Efendi'ye danışmak aklına gelir ve bir mektup gönderir. Mektupta şöyle demektedir: “Sen İlâhî sırlara vâkıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osman oğullarının âkıbeti nasıl olur? Bir gün olur da, izmihlâle uğrar mı?”
Güzel bir hatla yazılmış mektubu okuyan Yahya Efendi de buna cevap olarak bir bakıma çok kısa, bir bakıma da içinden çıkılmaz bir hâl olan şu ifadeyi yazıp gönderiyor: “Ne me lâzım be Sultanım!” Cevabı hayretle okuyan Kanunî, buna bir mâna veremez. Sonra “Acaba bilmediğimiz bir mânâ mı var?” diyerek kalkar, Yahya Efendi'nin Beşiktaş’taki Dergahına gider ve sitemli bir şekilde “Ağabey, ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!” der. Yahya Efendi de “Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak mümkün mü?” Ben sorunuz üzerinde düşünüp kanaatimi açıkça arz ettim.” der. Kanunî bunun üzerine der ki, “İyi, ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece ‘Neme lâzım be Sultanım’ demişsiniz. Sanki beni böyle işlere karıştırma, der gibi bir mânâ çıkarıyorum.”
Bunun üzerine Yahya Efendi, ‘Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık başını alıp yürüse; işiten ve görenler de “Neme lâzım” deyip uzaklaşsalar; sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussalar; fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryadı göklere çıksa da bunu taşlardan başkası işitmese; işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimad ve hürmeti sarsılır. Âsâyişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir.” der.
Bunları dinlerken, Kanunî Sultan Süleyman ağlamaya başlar ve söylenenleri başını sallayarak tasdik eder. Sonra da kendisini böyle ikaz eden mürşid ve âlim Yahya Efendi gibi bir zata ülkesinin sahip olduğundan dolayı Allah’a şükreder.
Menkıbe ve kıssa, hisse almak içindir…
Yani herkesin, işi birbirine bıraktığı, “bana ne, neme lazım, elimden ne gelir ki, zaten,” dediği, ümitsizliğin bir kanser gibi sardığı bir zamanda, “Siz hidayet üzere olduktan sonra, yanlış yol ve anlayışta olanlar size zarar vermez” (5/105) meâlindeki âyetin işaretiyle, “Tek başıma da olsam, ben bana düşeni yapmak zorundayım, artık iş başa düştü” diyerek yapılması gerekenleri yapmamız, himmeti canlandırıp şevk atımızı mahmuzlandırmamız, gönüllerdeki ölgünlüğü ve söngünlüğü ümitle alarma geçirerek moralleri şahlandırmamız gerekir… Cesaretli bir kişinin bir tek hareketi bazen koskoca bir savaşın gidişatını değiştirebilir. Tarihte böyle çok olaylar vardır.