Abdullah Aymaz / samanyoluhaber.com
Mehmet Akif Ersoy, “Ey koca şark, ey ebedî meskenet!” “Leş mi kesildin? Sen böyle değildin!” derken Asya milletlerinde, bilhassa İslam ülkelerindeki insanlarda olup bitenlere karşı, nasıl bir ümitsizlik içinde üzüntüyle kıvranıyordu. Üstad Bediüzzaman Hazretleri de ümitle dopdolu olarak “Evet ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır!..” diyordu.
M. Fethullah Gülen Hocaefendi “Kargaşadan Nizama-1” başlıklı yazısında diyor ki: “Birkaç asırdan beri toplumumuz, ahlâk, fazilet ve ilim düşüncesi adına tam bir enkaz görünümü arz ediyor. Evet o, eğitimde, sanatta, ahlâkta alternatif bir nizam ve düşünce arayışı içinde. Daha doğrusu, bu koskocaman coğrafyada, sorumluluk duygusuna, insânî değerlere, ilme, ahlâka, hakikî tefekküre, fazilete, san’ata önem vermeyen öksüz ruh ve çelimsiz düşüncelere karşılık; varlığı bütün derinlikleriyle, insanî, dünyevî-uhrevî enginlikleriyle kucaklayacak, yorumlayacak, hatta Allah’ın halifesi olma ünvanıyla eşyaya müdahale edecek cins kafalara, çelik iradelere ihtiyaç var.
“Evet, bu mübarek dünyada öyle dönemler olmuştur ki, aydınlar susmuş; düşüncenin ağzına fermuar vurulmuş; gücü-kuvveti temsil edenler, dalâlet ve soysuzluğa arka çıkmış ve zavallı nesiller, şaşkınlık homurdanmaları içinde hep cenazeler gibi cansız, ümitsiz ve kapkaranlık duygularla haşir ve neşir olmuşlardır.
“Her yanın duman duman ümitsizlikle kuşatıldığı bu kızıl dönemde, çok defa çaresizlik içinde gözler yaşlarla nefes almış, gönüller hislerini kelâm-ı nefsîlerle haykırarak bir kısım utanma bilmeyen yüzlere karşı içlerini çekmiş ve ‘Bu ilhada yelken açmış şaşkınlardan, bu herkesi ve herşeyi alkışlayan densizlerden, bu kuvvete boyun eğmeye alışmış vicdanzedelerden, bu kirlenmiş onur ve şereflerden başka ne beklenirdi ki?’ demiş inlemişlerdir; ama, sarsılan sarsılmış, yıkılan yıkılmış, giden gitmiş ve yerlerine de yeni bir şeyler konamamıştır… Evet hemen hepimizin, hatta gününü gün etmekten başka bir şey düşünmeyen realistlerin (!) dahi gönüllerinin derinliklerinde, bilhassa şimdilerde duyup hissettikleri huzurluğun, tedirginliğin şehadetiyle yıkılanlar yıkılıp gitmiş, yerlerine de herhangi bir şey ikâme edilmemiş ve değerleri itibariyle toplum âdetâ tepe taklak hâle getirilmiştir.”
M. Fethullah Gülen Hocaefendi, Sızıntı dergisinin Mart 1981, 26. Sayısında yazdığı baş yazıda yani 36 sene önce şöyle bir çağrıda bulunuyor:
“Nerdesin, yıllarca hasretini çektiğimiz kahraman? Nerdesin, hayallerimizin güvercini, rüyâlarımızın üveyki? Nerdesin ‘ba’sü ba’del-mevtimizin’ (dirilişimizin) müjdecisi? Izdırap dolu günlerimizde, uykusuz geçen gecelerimizde hep yolunu bekleyip durduk. Ufkumuzda beliren her karaltıyı, ‘BU O’dur’ deyip, ‘seniye-i vedâ’ türküleriyle yollara döküldük. Guruplara kadar beklediğimiz nice günler vardır ki; kolumuz, kanadımız kırık evlerimize dönerken zambaktan hülyalarımızla teselli bulup durduk. Her yeni gün, bizim için tasa ve kederden esintilerle gelip ruhumuzu ezerken, düşmanlarımız esirdikçe esiriyor ve ortalığı şamataya boğuyorlardı; gelmeyecek Mesih soluklu, Heraklit pazulu diye…
“Nerdesin ve ne zaman geleceksin, esâtîrî yiğidim! Billahi, şu ölgün ruhların, pörsümüş gönüllerin hayat mumları sönmek üzeredir! Eğer canlara can katan temiz soluklarında imdada yetişmezsen, kuruyan göllerimizde, suyu çekilen havuzlarımızda yaprağı dökülmedik tek nilüfer kalmayacaktır. Bağban gideli, bağ bozulalı asırlar oldu. Toprak, semâya inat, semâ, ‘gözlerin kuruması murat’ dediği günden bu yana, zemin bir başdan bir başa çöle döndü. Bizler uçsuz bucaksız bu beyabanda gördüğümüz her kervana, Yusuf’un gömleğini sorar gibi seni sorduk ve sonra da bir sabr-ı cemil çekerek yeni doğuşlar beklemeye koyulduk. Sessizliğin ve kimsesizliğin içimizi yalnızlıkla doldurduğu, bu insiz, cinsiz âlemde, kaç defa sinekleri kartal; elsiz, ayaksız kötürümleri İskender diye alkışladık. Arkasından koşup durmadığımız kâfile kalmadı. Ama sen hiçbirinde yoktun! Karşılaştığımız minare kâmetliler, parmak kadar düşünceye, bir mum tutuşturacak kadar iradeye sahip değillerdi. Ruh dünyaları karbonlaşmış, fikirleri harâbâtî, bakışları miyop ve beyanları alabildiğine dekolte idi. Onlarda, kahramanımızın çarpıcı nazarları, kahramanımızın ıstırap ve acıları, kahramanımızın coşkunluk ve tebessümleri göze çarpmıyordu.
“Zaman bizim için hep muharrem, zemin Kerbelâ oldu. Sinemiz Hüseyin’in âh u efgânıyla inliyor. Gözlerimiz kararan ufuklarda, hilâl arar gibi yolunu gözlüyor, her yüzde seni hayâl etmek, her çığlıkta senin muştunu duymak istiyoruz. Sana hasret, sana susuz ve sana tutkunuz!..
“Seni vefalı, seni hasbî, seni şuurlu ve seni hep becerikli tanıdık. Atmosferine sığınan kemlik görmedi. Sen sadakat ve samimiyetin bestesi oldun. Gönül verdiklerinin ağlamasıyla ağladım; gülmeleriyle de güldüm. Onlar için inledim ve onlar için sevindin. Yüce gönlüne ve yukarılarda pervâz eden ruhuna maddiyat ve dünyalar kement olamadı. Pürvefâydın yürekdendin!..
“Kafdağından ağır bir yükün altına girerken, ne yaptığının şuuru içinde ve kararlı idin. Onun için ne yolların sarplığı, ne de önüne çıkan kan-revân deryalar, sende gevşeklik, sende yılgınlık ve sende vefasızlık meydana getiremedi.
“Gözlerim yollarını gözlerken, dilim davet türkülerini söylerken, kırık mızrabımı gönlümün tellerine dokundurmak istedim. Heyhat! Bu muammanın bir küçük noktasına dahi tercüman olamadım.
“Ey tatlı rüyaların sevimli kahramanı! Riyanın şöhretin, mansıbın aydın ümitlerimize zift sürmek istediği şu kara günlerde, ağzının diriltici iksirine muhtaç gönülleri daha fazla bekletme!...”
Evet daha fazla bekletme!..