NURULLAH KAYA
Türkiye’den Yunanistan’a giderken aklımda birçok soru vardı. İlkokul yıllarından bu yana bizlere öğretilen ve adeta bilinç altımıza yerleştirilen Yunanlıların en büyük düşmanlarımızdan biri olduğu yanılgısının doğurduğu sorulardı bunlar. İlkokuldan üniversiteye kadar birçok bölümün içinde vardı bu eksik tarih dersleri. Eğitim sisteminin bir parçası olan Yunan düşmanlığını, kitaplarda, gazetelerde ve televizyonlarda görmek sıradan bir durumdu... Can güvenliğimin kalmadığı güzel ülkemden ayrılırken hep bunlar vardı aklımın bir köşesinde… Acaba beni ve ailemi nasıl karşılarlar endişesini yaşadığım zaman dilimleri… Lakin hoş bir yaz mevsiminde adım attığım Yunanistan’da karşılaştığım manzara ve tavır hiç duyduklarımla örtüşmüyordu. Yunanlılar benim gibi on binlerce aileye kucak açmışlardı. Ekonomik olarak Avrupa’nın birçok ülkesinden geriydiler fakat dünyanın birçok yerinden gelen sığınmacılara gücünün yettiği kadar sahip çıkıyordu. Gösterdiği misafirperverlik bana anlatılan Yunan zulmüyle örtüşmüyordu. Üstelik gelen göçmenlerin çoğunluğunun yüzyıllarca düşman! oldukları Müslümanlardan olması da işin bir diğer tuhaf yönü. Evet, her milletin geçmişinde yanlış adımlar, zalim liderler ve acımasız komutanlar olmuştur ve olmaya da devam etmekte. Hatta birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkede milliyetçilik ve ırkçılık belirli oranlarda var olmaya devam ediyor. Ancak bu durum o ülkelerin içindeki iyi insanların var olmadığı anlamına gelmediğini hatta iyilerin sayılarının daha daha fazla olduğu gerçeğini öğretmişti bana Yunanistan.
Türkiye’nin göçmenleri sık sık politika malzemesi olarak kullandığında ve düzensiz göç hareketlerinde Yunanlıların yaptığı geri itmelerin kabul edilir tarafı yok. Ancak son yıllarda Yunanistan’ın ortaya koyduğu tavır gerçekten çok önemli. Her iki ülke arasında bugünlerde yaşanan çok ciddi bir kriz söz konusu. AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçimlerin arifesinde Yunanistan’la bir kriz hatta savaş çıkartıp oy devşirme çabaları çok tehlikeli. Daha önceki yıllarda da Yunanistan’la benzer krizler yaşanmış. Örneğin hepimizin hatırlayabileceği Kardak kayalıkları olayı. Konunun iki önemli sözde kahramanına dikkat çekmek istiyorum; Tansu Çiller ve Ali Türkşen. Biri dönemin karanlık odaklarıyla iş tutan siyasi oy avcısı, diğeri de kayalıklara çıkan Teymen Ali Türkşen. Evet Türkşen, Ulusalcıların önde gelen ve bugün adı 15 Temmuz işkencecileriyle anılan kişisi. Türkiye’deki Ulusalcılar, Yunanistan’la oluşan krizleri iç politika malzemesi yapmakta çok mahirler. Yunanistan’daki benzer yapılarda zaman zaman kendi içlerindeki milliyetçiliği diri tutma adına bu tarz gerilimleri tırmandırmayı seviyorlar. Eğer ne zamanki her iki ülkenin başbakanları sağduyuluysa Ege Denizi’nde sular sakin akıyor. Ancak Ege’yi oy devşirmek için kullanan bir siyasetçi çıkarsa ki Erdoğan bunun en sıcak örneği. O saltanatını kaybetmeme uğruna Ege’de her şeyi yapabilecek potansiyele sahip bir siyasetçi. Bunu da açıkça ifade ediyor.
11 Eylül ve İslamafobi
Böyle bir bir ortamda sağduyu ve barışçıl açıklamalar en önemli can simitleridir. İşte Muhterem Muhammed Fethullah Gülen Hocaefendi, Türkiye’deki insanları, girişilebilecek çılgınca bir adımdan geri durması adına Yunan medyasına çok önemli açıklamalar yaptı. Bu duruşuyla Türkiye’nin sadece AKP’den ibaret olmadığını ve savaşa karşı olduğunu ortaya koydu. Hocaefendi, çağını okuyabilen entelektüel bir şahsiyet. SSCB’nin yıkılmasını öngörüp Hizmet Hareketi’nin asırlardır özlemle beklendiği coğrafyalara Anadolu insanının yelken açmasına vesile olmuş büyük bir alim. Amerika’daki 11 Eylül saldırılarından hemen sonra “Müslümandan terörist, teröristten Müslüman olmaz” diyerek yaptığı röportajlarda dünyada başlayacak olan İslamafobi’nin önüne ilk seti çeken kişidir. O dönem Hocaefendi yapayalnız bırakılmıştı. Birçok Müslüman ülkedeki radikal örgütler, siyasal islamcı partiler, cemaatler… Ya sesli olarak ya da sessiz olarak “oh olsun” diyorlardı. Ancak Hocaefendi, onlarca yıl sürecek çatışmaların önüne geçip kollarını kaldırıp terörizme karşı “durun” diye haykırıyordu.
Mavi Marmara olayı
Bugün oy devşirme gayesiyle yapılan yanlış adımlar gibi 2010 yılında yaşanan Mavi Marmara olayından önce de Hocaefendi, dünya kamuoyuna açıklamalarda bulunmuştu. Birçok insanın AKP’yle berabersiniz dendiği zamanlarda çıkıp çok farklı bir duruş sergilemişti. Gazetemize hem AKP yandaşlarından hem de kendi okuyucularımızdan gelen tepkilerin haddi hesabı yoktu. O dönem birçok arkadaşıma Hocaefendi’nin neden bu açıklamayı yaptığını uzun uzun anlatmaya çalıştığımı çok iyi hatırlıyorum. Bu durum kendi sevenleri tarafından dahi eleştirilse de gerçekler çok geçmeden anlaşılmıştı. Erdoğan’ın Filistin politikasıyla ne yapmak istediği ve nasıl bir iki yüzlü yaklaşım sergilediğini herkes geçte olsa anlamıştı.
Suriye Savaşı
Bu olaydan sonra Suriye savaşını takip etmek için Gaziantep’teydim. Birçok insanın “Şam ve Halep bizim girip alalım. Orada huzuru biz sağlarız” dediği dönemlerde Hocaefendi yine çok önemli bir tespitte bulunmuştu. Suriye konusunda Erdoğan’ın ve destekçilerinin yanlış adımlar attığını ifade ediyordu. Hocaefendi, Filistin konusunda olduğu gibi, Suriye konusunda da başından itibaren barıştan yanaydı. Suriye'de olayların başladığında Erdoğan'ı uyardı. Müslüman aleminin ve Suriye’nin en büyük alimlerinden biri olan ve Türkiye’nin yanlış Suriye politikasını eleştiren Sait Ramazan El-Buti’nin mektubunu Türkiye’yi yöneten siyasilere ulaştırmıştı. El-Buti, Hocaefendi'ye gönderdiği mektubunda, "Türkiye Beşşar Esad'ı karşısına alınca, bütün Baas sistemi onun etrafinda kilitleniyor. Halbuki Beşşar Esad, Avrupa'da eğitim almış. diyaloğa açık, yönlendirilmeye müsait. Türkiye onu yönlendirirse, Suriye kurtulur. Aksi halde Türkiye'nin bu politikası devam ederse Suriye felakete gider." ifadelerini kullanıyordu. Hocaefendi’de bu büyük alimle aynı kanaatteydi. Türkiye'nin yanlış politikasının sonuç vermesi mümkün görünmüyordu. Hocaefendi, 2013 yılında kendisiyle görüşmeye gelen Erdoğan'ın bütün adamlarına aynı şeyi söyledi: "Suriye'de Esad'ı devirme politikasından vazgeçin. Bir sonuç alamazsınız. Bunun yerine Esad'ı demokrasiye teşvik edin. Ona Türkiye'nin 1946'da nasıl çok partili demokratik hayata geçtiğini anlatın. Onu demokrasiye geçmeye cesaretlendirmek için biz seni destekleyelim, bir dönem daha iktidarda kal deyin..."
Hocaefendi’nin dedikleri doğruydu. Ben savaştan önce defalarca Suriye’ye gittim. Esad, ülkesine demokrasiyi getirme adına çabalıyordu. Hatta Türkiye’yle pasaportsuz girişi dahi başlatmıştı. Gaziantep-Şam Halep arasında çok mükemmel bağlar kurulmuştu. Ama Erdoğan ve dönemin dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu iktidar sarhoşluğu ve güç zehirlenmesi içindeydi. Hocaefendi El-Kaide, Hizbullah ve İŞİD gibi yapıları çok sert eleştirirken Davutoğlu, çıkmış "İŞİD dediğiniz, öfkeli Sünni gençler..." diye cevap veriyordu.
Evet Hocaefendi şimdilerde daha öncede yaptığı gibi Yunanistan konusunda çok önemli ve tarihi bir röportaj verdi. Her iki ülkenin barıştan yana olan halkları yapılan bu açıklamaları yerinde buluyor ve takdir ediyor. Eleştirenler ise biraz önce bazı örnekler vermeye çalıştığım olaylarda olduğu gibi Hocaefendi’nin haklılığına bir kez daha şahit olmanın mahcubiyetini yaşayabilirler. Umarım, barış kazanır.