Tartışılan konu ne olursa olsun, konukların alabildiğince agresif, olabildiğince birbirini inciten üsluplarını izledikçe, bu programları izleyenlerin psikolojisini düşünmek beni dehşete düşürür her seferinde.
Adabınca tartışmayı bilmeyen bir toplum olduğumuz gerçeği bir yana, ekrana çıkanların toplum psikolojisi adına en ufak bir kaygı duymadığını görmek çok üzücü sevgili okuyucularım.
Sanki her uzman konuk belli bir öfke biriktirerek gelmiş oluyor stüdyoya ve patlamak için uygun anı bekliyor.
Ve kısa süre sonra rating kaygısı da eklenince bu ortama, ortalık bir anda boks ringine dönüşüveriyor. Birbirine bağıranların, dinlemekten ziyade kendi fikirlerini bağırarak ifade edenlerin hiçbir şey elde edemeyeceğini en iyi kendileri bilmesi gerekirken, bilim insanlığından daha çok mahalle kavgacısı/sokak kabadayısı görüntüsünden rahatsız olmamaları da ayrı bir endişe konusu.
İnsanlar neden bağırır birbirine?
Çok eski çağlara uzanan bir problem bu aslında. Bu sebeple eski metinlere bir göz atmakta yarar olduğunu düşünüyorum, Hint hikâyelerinde böyle bir konu var aktarayım sizlere.
Hintli bir ermiş öğrencileri ile beraber gezinmektedir. Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görür hoca ve öğrencileri. Aynı aileden olmalarına rağmen öfkeyle birbirlerine bağırıp çağırmaktadırlar. Olan biteni dehşet içinde izlerken öğrencilerine, bilge Hintli tebessümle, “insanlar niçin birbirine bağırırlar?” diye sorar.
Deneyimli öğrencilerden bazıları fikirlerini söylerler. Mesela bir tanesi; “Çünkü öfke anında sükûnetimizi yitiririz. Sükûnet gidince dengesi bozulur ruhumuzun ve savrulur!”
“Güzel ama yeterli değil” diye cevap verir bilge. “Peki ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? Söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken bağırmak neden”
Ne kadar da günümüzdeki en temel problemlerden birine benziyor değil mi sevgili okuyucularım?
Dönelim hikayemize. Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış bilge Hoca: “Çünkü İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”
Şaşkın bir suskunluk esir almış öğrencileri. Birbirine bakmışlar böylesi bir öğretmene sahip oldukları için hallerine çok şükrederek.
Bir de bunun tersi durum var. Yani öfkenin duygu diyagramındaki simetrisi olan sevgi. Soruyu şöyle sormak lazım belki de; “İki insan birbirine öfkelendiğinde kalpleri uzaklaşıyorsa, aksi olduğunda neler olur?”
Cevabı yine Hint metinlerinde bulmak mümkün: “Bu durumda birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır…”
Soruyu şu şekle de çevirebiliriz: “Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur?”
Cevabı tahmin edebiliyorsunuz artık: “Konuşmazlar, çünkü konuşmaya ihtiyaç yoktur artık… Sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir…”
Televizyon ekranlarımıza dönecek olursak, en temel problemin sevgisizlik olduğunu anlamak çok kolaylaşıyor. Herkes tartıştığı kişi ile fikir alış verişinden ziyade kavga etsin psikolojisiyle çağrılıyor ekrana. Böyle olunca düşmanca yaklaşılıyor ve en yararlı bilgi bile muhatabını yaralamak için kullanılıyor.
Siyasetçilerimiz belki de öfkenin aralarına koydukları mesafelerden dolayı sürekli birbirine bağırıyorlar. Biz ise her gün bu tür bağırış çağırışlarla muhatap olduğumuz için etkileniyor ve aile yaşamımızda bile birbirimize bağırıyoruz belki de…
Öfkenin değil, sevginin aracılığını kullanmalı ve mesafeleri uzatmayı değil kısaltmayı dilemeliyiz sevgili okuyucularım…
Tekrar görüşmek üzere, öfkesiz, sevgi dolu günler diliyorum.
Unutmadan; bana her konuda eleştiri, görüş ve sorularınızı yollayabilirsiniz.
Meral Aslan
[email protected]