On Yedinci Söz
SAFVET SENİH
SAFVET SENİH
1960’lı yılların başı, merhum İhsan Emci Ağabeyle beraber İzmir’de Agora yakınlarında bir evde, ilk defa bir Risale-i Nur sohbetine katıldık.
Merhum Halim Amca, Osmanlıca el yazma bir eserden (ki, daha sonra onun On Yedinci Söz olduğunu anladım) bir yer okudu… Meseleye ser levha yapılan birinci âyetin meali şöyleydi: “Biz dünyada bulunan her şeyi ona bir ziynet kıldık. Böylece insanlardan kimin daha iyi iş gerçekleştireceğini ortaya koymak istedik.” (Kehf Suresi, 18/7-8)
Bazı küçük tasarruflarla bir kısmını aktarmaya çalışalım:
“Her canlının rızkını veren, her şeyi sanatlı ve hikmetle Yaratan, kerem ve rahmet Sahibi Cenab-ı Hak, şu dünyaya ruh ve şuur sahibi varlıklar için bir BAYRAM suretinde yaratıp bütün GÜZEL İSİMLERİNİN garip nakış ve motifleriyle süsleyip küçük büyük her bir ruha münasip şekilde o bayramdaki ayrı ayrı hesapsız güzelliklerden ve nimetlerden istifadeye uygun hisler ile mücehhez bir ceset giydirir, bir defa o temâşâ yerine gönderir.
“Hem zaman ve mekân itibariyle pek geniş olan o bayramı; asırlara, senelere, mevsimlere hatta günlere en küçük zaman parçalarına taksim ederek, her bir asrı, her bir seneyi, her bir mevsimi hatta bir cihette her bir günü, en küçük zaman dilimlerini, birer tâife olan ruh ve idrak sahibi mahlukatına ve nebâtî sanatlarına birer resm-i geçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır. Bilhassa bahar ve yaz zamanında küçük varlıklara şaşaalı ve birbiri arkasında öyle bayramlardır ki, yer ve gök ehlinin seyre celbedecek bir câzibedarlık görünüyor. Tefekkür ehli için öyle bir mütalâa yeri oluyor ki, akıl tarifinden âcizdir.”
Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan tefekkür boyutlu bir şiirinde şöyle diyor:
IŞIK IŞIK GEÇTİLER
“En güzel TEBESSÜMÜ, KIRMIZI GONCA gibi
Dişleri arasında çok güzeller gözüktü.
Parmağında ZARAFET, bir pırlanta yüzüktü.
Yeni yeni MODELLER teşhir ediliyordu.
O parmak gâh etekte, gâh yakada parlıyor.
Parlıyor gösteriyor, sönüyor gösteriyor.
Işıl ışıl tebessüm, (bütün İlahî sanat eserleri),
Yürüyor gösteriyor, dönüyor gösteriyor.
Böyle geçti önümden türlü türlü ÇİÇEKLER
Nakışlı KELEBEKLER
Envâî RENKLERİYLE, baygın KORKULARIYLA
Bin bir BÜYÜLERİYLE…
Böyle geçti önümden
Neşe dolu BAHARLAR, solgun yüzlü HAZANLAR,
Gündüz ve geceler, mesafeler, zamanlar…
Geçtiler dizi, dizi;
Hepsinin dudağında en güzel tebessüm.
Hepsinin parmağında o pırlantadan yüzük
Sordular birer birer
Ey fâni, nasıl buldun elbiselerimizi?”
Bediüzzaman Hazretleri bir hatırasını şöyle anlatıyor:
“Bir vakit, dağ başında azametli çam, katran ve ardıç ağaçlarının heybetli suretlerini, hayret veren vaziyetlerini temâşâ ederken pek lâtif bir rüzgar esti. O vaziyeti pek muhteşem ve şirin bir velvele, raksa benzer bir zelzele, cezbeli bir tesbihat suretine çevirdiğinden; eğlence temâşâsı, ibretli bir bakışa, hikmetli bir dinleyişe döndü. Bir büyüğün ‘Senin temâşâ, güzelliğine herkes her yerden koşup gelmiş. Senin cemâline nazdarlık ediyor.’ sözü hatırıma geldi. Kalbim, ibret mânâlarını ifade için şöyle ağladı:
Her canlı senin temâşâna, sanatın olan yeryüzüne her yerden çıkıp bakıyor. Senin nakşının güzelliğinden keyiflenip, dellallara benzeyen ağaçlar oynuyor. Senin sanatının üstünlüğünden neşelenip, güzel güzel sadâ veriyor. Güya sadâlarının tatlılığı, onları da neşelendirip nâzeninâne bir naz ettiriyor. İşte ondandır ki, şu ağaçlar raksa gelmiş, cezbe istiyorlar.
“Şu İlahî rahmetin eseriyledir ki, her canlı, kendine mahsus tesbih ve namazın dersini alıyorlar. Ders aldıktan sonra, her bir ağaç yüksek bir taş üstünde Arşa başını kaldırıp durmuş, her biri yüzlerce, ellerini dergâh-ı İlâhiye uzatıp muhteşem bir ibadet vaziyetini almış. Oynattırıyorlar zülüf-vârî küçük dallarını ve onunla temâşâ edenlere de, lâtif şevklerini ve ulvî zevklerini ihtar ediyorlar. Aşkın ‘Hayhuy’ perdelerinden gelen en hassas tellere damarlara dokunuyor gibi sadâ veriyorlar.
“Fikre şu vaziyetten şöyle bir mâna geliyor. Mecâzî muhabbetlerin eleminden gelen bir ağlayış, hem derinden derine hazin bir inleyişi ihtar ediyorlar.
“Ruh ise şu vaziyetten şöyle anladı ki: Eşya, tesbîhat ile Cenab-ı Hakkın Güzel İsimlerinin tecellilerine mukabele edip, bir naz-niyaz zemzemesidir, geliyor.
“Kalb ise, şu her biri mücessem birer âyet hükmünde olan şu ağaçlardan tevhid sırrını, bu mucizeliğin yüce nazmından okuyor. Yani yaratılışlarında o derece hârika bir intizam, bir sanat, bir hikmet vardır ki, kâinatın bütün sebepleri, irade sahibi birer fail farz edilse ve toplansalar taklid edemezler. (…)
“Hayâl ise, görüyor; güya şu ağaçların vazifeli melâikeleri içlerine girip her bir dalında çok neyler takılan ağaçları ceset olarak giymişler. Güya Ezelî Sultan, binler ney sedasıyla muhteşem bir açılış merasiminde onlara, onları giydirmiş ki; o ağaçlar cansız, şuursuz cisim gibi değil… Belki gayet şuurlu bir şekilde mânidar vaziyetleri gösteriyorlar.
“İşte o neyler; semavî, ulvî bir musikiden geliyor gibi sâfî ve müessirdirler. Fikir o neylerden, başta Mevlâna Celâleddin-i Rûmî olarak bütün âşıkların işittikleri elemli ayrılık şikayetlerini işitmiyor. Belki, Cenab-ı Hakkın Zâtına karşı takdim edilen ilâhî teşekkür ve hamdleri işitiyor.
“Madem ağaçlar, birer ceset oldu. Bütün yapraklar dahi diller oldu. Demek her biri, binler dilleri ile havanın dokunmasıyla ‘Hu! Hu! Hu!’ zikrini tekrar ediyorlar. Çünkü bütün eşya ‘Lâ ilahe illâ Hu!’ deyip kainatın büyük zikir halkasında beraber zikrederek çalışıyorlar.
“Vakit be vakit, istidat ve kabiliyet diliyle Cenab-ı Haktan hayat haklarını ‘Yâ Hak!’ deyip rahmet hazinesinden istiyorlar. Baştan başa da hayata mazhariyetleri diliyle ‘Yâ Hayy!’ ismini zikrediyorlar.”
Dünyadaki şu harika eserleri ve onların dillerini bizler de tefekkürle çözüp mânaları üzerinde marifetullah zevklerini, hazlarını almaya çalışmalıyız.